mavi ışık kazanı


“Bir daha kendimi bu kadar kaptırıp rezil olmayacağım.” dediğim ne varsa, hepsinde en az üçer kez daha kaptırıp rezil olmuşumdur. Olmaz mı? İnsanım ben. Kendimi kaptırıyorum diye kendime mi küseyim? Küsmezdim ben. Küsmek günahtı çünkü. Sonra bir kere küstüm. Sonra bir tane daha. Sonra bir-iki tane daha. Onunla küstüm, bununla mı küsemeyeceğim; bir tane daha. Toplasan beşi geçmezdi aslında. Birkaçıyla barıştım çünkü. Küsmek günahtı çünkü. Toplasan beşi geçmezdi ama ikisiyle aynı uçağa bindim. Öyle olmak zorundaydı çünkü aynı projedeydik.
Havaalanına ulaştığımda arkadaşlarıyla birlikte oradalardı. Benle konuşsalar, ben de konuşurdum ama görmezden geldiler. Ben de öyle yaptım. Aralarında gülüşüyorlardı, fazla bakmadım. Proje yöneticilerini yalnız beklemek zorundaydım. Meğer projedeki bütün arkadaşlar onlarınmış. Mantıklı olan da buydu çünkü ben sonradan katılmıştım. Ve bunu hiç düşünmemiştim.
Çantama baktım, beni oyalayacak pek bir şey yoktu. Kitabım vardı ama çıkarmak istemiyordum. Havaalanında okumak saçmaydı çünkü. O kadar anonsun içinde odaklanamayacağımı bilecek kadar tanımışlardı beni. Cep telefonuma bakıyormuş gibi yaptım. On dakika gülüşmelerini dinledim. Her kapı açılışında kafamı kaldırıp bakıyordum. Proje yönetiminin süslü, pirpirikli kızı; diğer iki sorumluluk sahibi çocuğu da oyalıyordu belli ki. Mesajlaşıyor gibi yaptığım sürece sorun yoktu. İsterlerse uçağa binmemize bir dakika kala gelsinler, banane. Yöneticilerle muhabbet edecek değildim zaten. Hem onlar gelseler de kalabalık grubun yanına giderlerdi. Bu sefer hem ekip tamamlanmış hem de yalnız oturuyor olurdum. Aslında böylesi daha iyiydi.
Bir kez daha kapı açıldı. Bu sefer gelmemelerini dileyerek baktım. Bu onlardan biri değildi. Bu… onlardan biri olamayacak kadar… Bu çok yakışıklıydı. Havaalanında her şey pusluydu artık. Sadece o netti. Hani böyle hep spor giyinen, hep spor yapan, boş zamanlarında bisiklete, kaykaya binen, birbirinden güzel kız arkadaşları ve birbirinden yakışıklı erkek arkadaşlarıyla buluşup, eğlenip, espriler yapan cool çocuklara, babaları ısrarla takım elbise giydirmiş, onlar da o takımın içinde şımarık, hafif pis bir gülümsemeyle dolaşırlardı ya; işte onun gibiydi. Elindeki her yerinden kalite fışkıran laptop çantasıyla ve tekerlekli valiziyle artistçe yürüyordu. Takıma rağmen giydiği spor ayakkabısı da düşüncelerimi doğruluyordu. Pek de görüş alanıma girmeyen bir yere oturdu. Ama ben onun görüş alanında olabilirdim. Ona baktıktan sonra kendimi, elimde cep telefonuyla tam bir ergen gibi hissettim. Ağzımda sakız olmadığı için şanslıydım. Nihayetinde sabah saat 06:00 dı ve ağzıma bir mentollü sakız atıp havaalanına gelmem olasıydı. Şanslıydım çünkü sakızı çirkin çiğnerim ben.
Cep telefonumu çantama attım ve beklemekten hoşlanmayan asil bir 20’li gibi omuzlarım dik, bacak bacak üstüne atıp beklemeye başladım. Bacağımın üstüne iki elimi üst üste koymuş; çoğu zaman yere, zaman zaman da uçuş saatlerine bakıyordum. Öyle ki, proje yöneticilerinin geldiğini ve çoktan kalabalık grubun yanına geçip gülüşmeye başladıklarını fark etmemiştim.
Anonsla birlikte ayaklandım. Yöneticilerle uzaktan merhabalaşıp, yanlarına doğru yürüdüm. Artık ekibi yanıma yakıştıramıyordum. Öğretmen eşliğinde sinemaya gitmiş, kuyrukta bekleyen ilkokul öğrencileri gibi hissediyordum. Hep beraber uçağa binmenin ne alemi vardı sanki? Oha. O da geliyordu. Aynı uçağa binecektik. Sıraya benden sonra girmesi moralimi bozdu. Ben onu arkadan izleseydim de o beni ekiple kuyrukta beklerken görmeseydi keşke. Uçağa bindik, yerlerimizi aldık. Ben sağ kanatta oturuyordum pencere kenarında, o sol kanatta ve iki sıra ön hizamda. Çaprazımda denebilirdi. Laptop çantasının ön gözünden bir kitap çıkardı ve okumaya başladı. Ben de çantamdan kitabımı çıkardım ve okumaya başladım. Aradan beş dakika geçti. Artık uçak sessizdi. Kitap bana olduğum yeri unutturmuştu bile. Ta ki, soluma değil, onun bir soluna oturacak olan kızın, henüz ayaktayken, uçakta yankılanan sesini duyana kadar: “Hâlâ kişisel gelişim kitapları mı okuyorsun Fazilet ya!” ve ardından patlayan kahkahası. Ayşenur’du bu. Bu, bir arkadaşla küsmenin en iğrenç öğesiydi işte: Ayşenur. Küstüğüm o iki kızla konuşan, benimle ise, sırf onlarla küstüğüm için küsemeyeceği için, başka da bahanesi olmadığı için formalite icabı konuşan kız. Ben onlarla küsmeden önce de böyleydi bu. Hep benimle dalga geçerdi. Küsmezdim ama. Küsmek günahtı çünkü. En çok yediremediğim, o neredeyse yüz kiloydu ve benimle dalga geçiyordu. Ben onunla ilgili bir milyon espri üretebilecekken, alınır, küseriz diye bir şey demiyordum. Küsmek günahtı çünkü. O iki kız da hep kahkaha atarlardı. Küstüğüm iki kız sağ kanatta, üç sıra önümde oturuyorlardı. Şimdi ise arkalarına dönmüşler, Ayşenur’a gülüyorlardı. Ama sessizce. Küsüz ya biz. Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Ve yakışıklı çocuk… O da dönüp bakmıştı. Yangınımı körüklemişti bu. En çok buna sinirliydim zaten. Şimdi çocuğun gözünde, sabah akşam sıkıcı kişisel gelişim kitapları okuyan ama bir türlü kişiliğini geliştiremeyen, hem de başka türden kitaplar, macera dolu romanlar okumadığı için o duyguları tatmayan, belki de şu en elinde tuttuğu kitabı okuması için bile kimbilir kaç safha atlaması gereken sıkıcı bir kızdım artık. Ve ilk defa başka bir şeye de sinirlendiğimi fark ettim. Sadece benimle dalga geçmesine değil, hatta ve hatta bundan önce elimde sadece bir tane kişisel gelişim kitabı görüp, ama onu bitirmem bir yıl sürdüğü için sanki bir yıl boyunca bir sürü kişisel gelişim kitabı okumuşum gibi göstermesine değil, Mavi Tüy’e “kişisel gelişim kitabı” demesine de kızmıştım. Ben onun önünde sadece bir tane kişisel gelişim kitabı okudum, o da Gerçek Sır’dı. Güzel kitaptı elbet, bir yılda bitirmem benim tembelliğimdendi. Ama Mavi Tüy ile Gerçek Sır arasında dağlar kadar fark vardı. Mavi Tüy, ‘kişisel gelişim kitabı’ denilemeyecek kadar romansaldı. Belki kişisel gelişim kitaplarının bize öğütlediğini bize bir romanla yansıtıyordu fakat bu onları asla aynı kategoriye sokmazdı. Bir sürü romanın ana fikri öğüt verici olabilirdi çünkü. Ama bunu onunla o an tartışamazdım. Çünkü ne zaman haklı çıkmaya yaklaşsam, sözümü yarıda keser, ikinci bir dalga geçecek unsurla daha etraftakileri güldürür ve beni susturmayı başarırdı. Tartışamazdım çünkü ben. İkinci cümlede yutkunmaya başlardım, üçüncü cümlede gözlerim dolardı.
Suskun kalmak istemiyordum. Bu benim tam da yakışıklı çocuğun izlenimi olan “sıkıcı kız” a tam onay verir, “ezik” de bonusum olurdu. Normalde böyle zamanlarda aniden bir cevap bulamazdım, sonradan aklıma gelirdi ve “Keşke şöyle söyleseymişim.” derdim. İlk defa cevap aklıma geldi. Ve ani cevabın ilk defa aklıma gelmesinin heyecanıyla, söyleyip söylememek arasında tedirginlik yaşamadım. Bir daha ne zaman aklıma gelecekti kim bilir? Uçak çok sessiz olduğundan, ambiyans müthiş uygundu. Onunla aynı hizaya gelmek için ayağa kalktım:
“Yaa! Demek bizim için yeterli olduğunu düşündüğümüz şeyleri bir yerden sonra yapmamamız lazım öyle mi! Hâlâ yemek yiyor musun Ayşenur!”
Ayşenur, ayağa kalkmamla ciddileştirmeye başladığı yüzünü tam asmış, kaşlarını çatmış ve bir şey demeden yerine oturmuştu. Uçakta sesim yankılanmıştı ve herkes yine sessizdi. Aslında öyle olmadı. Ayşenur’un alınıp oturduğunu gören küstüğüm iki kız, onun yerine bana cevap vermeye başladılar. İkisi iki yandan konuşuyordu. “Kişisel gelişim kitaplarının sana yettiğini söylemedi farkındaysan”,… bilmemne. Ama hayır. Yakışıklı çocuğun önünde çirkef imajı vermemeliydim. Sanki ağzından kaçan o müthiş, susturucu lafı söylemekten pişman, asil bir 20’li gibi, pişmanlıktan çevredekilerin ne söylediğini duyamıyormuş gibi yapıp, sadece boynumu büküp büküp Ayşenur’ bakıyordum. Bu durum beni çok üzmüş, keşke söylemeseymişim gibi. Benim pişman olduğumu gören yakışıklı çocuk, hafif bir gülümsemeyle önüne döndü. Zaten çaktırmadan bakıyordu. Bu çok iyi olmuştu. Ayşenur laf atmasaydı, çocuğun dikkatini çekmeyecektim belki de. Ama şimdi tam bir asildim onun gözünde. Ve o verdiğim cevap! Her saniyesi müthişti!
Uçuş boyunca Mavi Tüy’ü okuyup, ara ara yakışıklı çocuğa baktım. Onun kitap okuduğunu görüp, ben de kitaba dönüyordum.
Uçak inişe geçmeye hazırlandı. Kitabımı kapatıp çantama koydum. Kalkmak için hazırdım. Belki arkasına bakar ihtimaliyle, yakışıklı çocuğa değil, pencereden dışarı bakıyordum. Gerçekten de bir kere dönüp baktı.
Uçaktan, arka kapıdan indim. Yakışıklı çocuk da öyle, Ayşenur ve küstüğüm iki kız da öyle. Yöneticiler de öyle. Ben, tekerlekli valizimle yöneticilerin arkasında, diğerlerinin ise önündeydim. Havaalanına giderken, havaalanının cam kapısının ayna gibi yansımasından hepimizi görebiliyordum. Ayşenur ve iki kız kendi aralarında konuşuyorlardı. Ama bu, benim yakışıklı çocuğa bakmaya çalışırken gördüğüm bir tabloydu. O ise, bir elinde laptop çantası, bir elinde tekerlekli valizini sürerek hızlı hızlı yürümeye çalışıyordu. Yakışıklı çocuk, hızla ilerleyerek Ayşenurları geçti.
Bir şey vardı. Sanki çocuk bana bakıyor gibiydi. Belki de cam kapının yanılsaması olabilir diye düşündüm. Ama hızlı yürürken, benim hizama doğru kaymasından, bana baktığından emin gibi oldum. Bana yetişmeye çalışıyordu. Oha. Bana geliyordu.
Bu… bu tıpkı filmlerdeki gibiydi! İşte tam öyleydi! Sınıfın en asil kızını, sınıfın en yakışıklı çocuğu fark etmişti işte. Artık ona ilgi duyuyordu, artık beraber ders çalışacaklardı ve bu, birlikte vakit geçirdikleri için çok mutlu edecekti onları. Kalbim yerinden fırlamazsa iyiydi. Ne söyleyecekti ki şimdi? Ufacık bir tahminim olsa asil bir cevap tasarlardım belki de kafamda. Ama heyecandan hiçbir şey düşünemiyordum. Çok yaklaşmıştı. En azından nefes alış verişlerimi biraz yavaşlatsam iyi olurdu benim için. O yüzden derin nefes alıp, yavaşça nefes veriyordum. Adımlarımı asla yavaşlatmadım çünkü bunu fark ettiğimi çaktırmak bile istemiyordum. Sonunda bana yetişmişti ve adımlarını yavaşlatarak benimle aynı tempoda yürümeye başladı. Sol hizama yaklaştı. Bu benim için iyiydi çünkü sol profilim daha güzeldi bana göre. Artık cama değil, önüme bakıyordum.
“Pardon!” dedi kısık sesle, hemen bakmadım.
“Bakar mısınız?”
“Buyurun?” dedim.
Gülümsüyordu:
“Az önce yaptığınız… Yani… Arkadaşınıza söylediğinizden dolayı belki kendinizi suçlu hissediyorsunuz bilmiyorum. Ama öyleyse de hissetmeyin. Çünkü o size sataşmasaydı söyleyeceğiniz bir şey değildi ve bir anda ağzınızdan çıktı. Yani olabilir böyle şeyler. İçinizde büyütmeyin. Karışmış gibi olduysam özür dilerim. Sadece… benim de başıma geliyor bazen ve faydası olursa diye söyledim. Çünkü sizde ilk kez olmuş gibiydi.” dedi ve güldü.
Bütün söylediklerini gülümseyerek dinledim ve sonunda ben de güldüm.
“Teşekkür ederim.” Demekle yetindim ve mimiklerimle ona minnetlerimi sundum. Yakışıklı bir çocuk ona yaklaşıp bir iki laf etti diye fırsat bu fırsat muhabbet etmeye çalışmayacak kadar asil bir 20’liydim çünkü.
Havaalanına girmemizle yöneticiler bize “Arkadaşlar şu kapınının oradan bizi alacaklar…” diye başlaması bir oldu. Vay canına! Bu çok iyiydi. Yöneticiler tam zamanında söze girmiş ve konuşmamız bitmişti. Yoksa mal gibi aynı hizada yürümeye devam edebilirdik. Ayşenur ve iki kız arkamda kısık sesle konuşuyorlardı. İşte film devam ediyordu! Sınıfın diğer kızları beni çekemiyordu. Kesin arkamdan konuşuyorlardı. Yakışıklı çocuğun bana ne söylediğini deli gibi merak ediyorlardı kesin. Hele ki gülüştüğümüzü görmüşlerse of süper olurdu. Havaalanından otele kadar kalbim hıphızlı atarken gittim. Belki aynı otelde kalıyoruzdur, belki bir sinemada, bir tiyatroda karşılaşırız gibi bin türlü hayal geçti aklımdan. O zaman ne yapacaktım? Yine sadece gülümserdim. Belki ilk merhabayı ben verirdim.
Otele yerleşmeye başladık. Neyse ki arkadaşsızlığım otelde yüzüme vurulmadı, rasgele bir kızla aynı odaya yazdılar adımı: Ilgın. Onu severdim, güzel güzel konuşurdu benimle. Baktım, tavır yapmıyordu; gayet sıcak bir şekilde: “Aynı odadayız demek.” dedi. Birlikte odaya çıktık. Valizimizi boşaltmaya başladık. Bozulmuş t-shirtlerimi tekrar katlıyordum.
Ayşenur’dan özür dilemeyi düşünmüyordum. Verdiğim cevap beni çok tatmin etmişti ve arkadaşlığımızın attığım bu kapakla kalmasını istiyordum biraz. Zaten istediğim zaman barışırdım. Yeterince pişman imajı vermiştim çünkü.
Ilgın: “Fazilet?” dedi. Ses tonundan, sanki gizlemeye çalıştığım bir sırrı öğrenmek istiyormuş gibi sezdim. Muhtemelen Ayşenur ile ilgili bir şey söyleyecek veya soracaktı.
“Efendim?”
“Hani uçaktan indikten sonra havaalanında bir çocuk seninle konuşmuştu ya, onu tanıyor musun?”
Hafifçe kaşlarımı çattım. Bu konuyla ilgili soru sormasını istemiyordum. Büyülü anlarımı bozmasını istemiyordum:
“Hayır.” dedim. Bakalım “sana ne dedi” türünden sorular sormaya yüz bulacak mıydı? Bulmasa iyi olurdu çünkü dürüst davranıp söylerdim, bu sefer de Ayşenur’dan konu açılırdı falan.
“Ben onu biliyorum biliyor musun?” dedi. Muhtemelen bir arkadaşının ağabeyinin bir şeyidir falan. Ama en azından belki okuduğu üniversiteyi falan öğrenebileceğim kadar tanıyordur. Kaşlarımı çatmayı bıraktım:
“Hadi ya?”
“Evet! O “…………. …….” nin oğlu. Onu biliyor musun? Kişisel gelişim kitapları yazarı. Aynı zamanda seminerleri de var. Bu da onun oğlu işte, babasının yolundan ilerliyor denebilir, hahaha! Onun da artık seminerleri var. Kitap yazdı mı bilmiyorum. Ablam PDR’de okuyor, oradan biliyorum. O hep takip eder böyle şeyleri. Bazen beni de seminerlere sürükler. Bilmemen normal yani…………….”
Artık söylediklerini duymuyordum. Her şey cuk diye yerine oturmuştu. Onun gibi cool bir çocuk, bir kızın vicdan azabı çekmesini neden umursayacaktı ki? Sadece kişisel gelişim kitaplarının öğütlediği bir davranışı uyguluyordu üzerimde:
‘İnsanları yargılamaktan vazgeçin. İyi yönlerini görün. Onları takdir ettiğinizi söyleyin. Hatta tanımadığınız insanlara bile. Yoldan geçerken çöpü yerden kaldıran adama davranışından dolayı teşekkür edin. Çevrenizdekilerin kendilerini iyi hissetmelerini sağlayın. O pozitif enerjiyi siz de alacaksınız.’
İki saatlik hızlı nefes alış verişlerim ve hızlı kalp atışlarım son bulmuştu. Aynı filmlerdeki gibi yaşadığım sahneler ve hisler, bir film süresi kadar sürmüştü. Ben bu filmin başrolü olamamıştım.
Bir daha kendimi bu kadar kaptırıp rezil olmayacaktım.

FAZİLET AYDIN
04/08/2011