mavi ışık kazanı


          “...
           O akşam, köyden sekiz kilometre kadar uzakta, bozkırda, Gregor sert tüylü kalın gocuğuna sarınırken huysuzdu. Natalya’ya, <<Neden bilmem, öyle bir yabancısın sen.>> dedi. <<Bak şu ay var ya, tıpkı onun gibisin, ne ısıtıyorsun ne üşütüyorsun adamı. Sevmiyorum seni Nataşka, kızma. Demek istemezdim ama, öyle işte. Açıkça, böyle gitmez bu. Üzülüyorum senin için. Son günler daha bir yakınlaşır gibi olduyduk ama yüreğim kupkuru benim, n’apıyım! Bomboş. Bu akşam bu bozkır gibi, öyle bomboş.>>
          ...”
          Bir gün biri beni karşısına oturtup söylerse diye içim içimi yercesine korktuğum o cümleler, işte, karşımda duruyordu. Defalarca aynı paragrafı okudum. Neden şimdi? Neden! Neden bütün bunların tam ortasındayken? Neden bundan en çok korktuğum dönemde kitabın bu sayfasını okuyordum? Bu bir işaret miydi? Korkularımla yüzleşmek için en doğru zaman mıydı? Yoksa ileride benden sıkılacak bir erkekle yanlış adımlar atmamam için bir uyarı mıydı? İşaretin bile neyi işaret ettiğini anlamıyordum ki!
          O kadar güzel bir şeyin ortasındaydım ki bütün benliğimle bunu bozmamak için çabalıyordum. Hayatımın her dakikasını o sabah yürüyüşlerinde her şey yolunda gidecek şekilde ayarlıyordum.
          Her sabah erkenden kalkıp yürüyüş yaptığım, her yaştan insanın geçtiği o yolda, öyle biriyle tanışmıştım ki, sanırım artık hayatımın geri kalanı asla eskisi gibi olmayacaktı. Demek buydu. Arkadaşlarla sohbet ederken, “Her kadının hayatında tek bir erkek olmalı.” derken gözümün önüne getiremediğim ama aklımın bir köşesinde hep merak ettiğim; eğer bir gün sorarsa, ona erkek isimleri saymak yerine “Hayır, senden önce kimse olmadı.” diyebilmek için kendimi tuttuğum; hayatımın geri kalanını beraber geçireceğim, tüm tecrübesizliğimle bir ilişki yürütmeye çalışacağım, onunla aynı yatakta yatıp, beraber uyanacağım... Oha düşündükçe içim içime sığmıyordu! Bu muydu lan o adam! Yani tamam daha bana beni sevdiğini söylememişti ama ben de salak değildim anlıyordum bazı şeyleri.
          Her sabah yürüyüş yaparken karşılaşınca bir yerden sonra günaydın demeye, sonra da konuşmaya başladık. Fakat zaman ilerledikçe o yürüyüşler öyle bir hâl aldı ki artık bir filmin ortasında gibiydim. Sanki birileri müzik eşliğinde bizi izliyordu. O kadar entelektüel, o kadar kibar, o kadar mizah anlayışı mükemmel, o kadar sınırları bilen, o kadar güzel gülen bir erkekti ki, al şu canımı ye der insan. Ben mi? Ben onun standartlarına yetişmeye çalışıyordum. Daha çok okuyor, farklı farklı müzikler dinliyor, erkenden uyuyor, yürüyüş için dinç uyanıyordum. Her başımı yastığa koyduğumda isimsiz kahramanı düşünüyor, alışverişe ise sadece yürüyüşte onun yanına yakışacağım sportif kıyafetler almak için çıkıyordum. Evet isimsiz kahraman. Henüz adını bilmiyordum. Zaten o da benim adımı bilmiyordu. Çünkü bizimki öyle bir ilişki değildi. Yani aramızda bir şey vardı ama ilişki değildi. Yani henüz. Olacaktı ama. Çünkü bir şeyler vardı aramızda, böyle bir değişik bir şeyler. Ama işte o yüzden diyorum ya film gibiydi diye! Yani her şey sıradışıydı. Doğru kelime tam olarak bu. Sıradışı. Mesela konuşuyorduk ama sohbet etmiyorduk. Sadece ikimiz de konuşuyorduk, birbirimizden bağımsız olarak. Günaydını bile birbirimize bakarak değil, yürüdüğümüz yöne bakarak söylüyorduk. Ortak olarak yaptığımız şey, aynı hizada yürümek ve konuşmaktı. Mesela on onbeş dakika hiç konuşmadan yürürdük, sonra yanımızdan yaşlı bir çift, konuşarak geçerdi, onlar uzaklaştıktan sonra o sesini kalınlaştırıp amcanın taklidini yapardı, ben sesimi inceltip teyzenin taklidini yapardım, gülerdik, bir onbeş dakika daha konuşmadan yürürdük. Mesela o bir şarkı mırıldanırdı, o susardı, ben şarkının solosunu mırıldanırdım. Bazen bir şarkı söylerdi, bilmezdim, sözlerinin bir kısmını aklımda tutar, eve gider gitmez dinler, gün içinde ezberler, ertesi gün ona solosunu mırıldanırdım. ‘Tavsiye ettiğin şarkıyı dinledim.’ Ancak bu kadar güzel ifade edilebilirdi belki de. Bunlara beni hep o yönlendiriyordu. Yolda gördüğü bir deve dikenini Tolstoy’a bağlıyordu, ben oradan alıp G. Bernard Shaw’a postalıyordum. Başlarda ona farklı gözle bakmazken bunlar bana çok kolay ve eğlenceli geliyordu. Ama bunu devam ettirmek isteyince zorlanmaya başladım. Konuşurken ateşim çıkıyordu sanki. Rahat tavırlarımı korumaya çalışırken ellerimi koyacak yer bulamamaya başladım ara ara. Ama istikrarlı davrandım. Bunu asla bozmak istemiyordum. Aptal heyecanım yüzünden çuvallamaya hiç niyetim yoktu. Nihayetinde o da bir insan deyip, gerekirse gözümde unufak edip, onu kaybetmemeliydim. Çünkü kendini özel hissetmek bile hissettiklerimi anlatmakta yetersiz kalıyordu. Ve biliyordum, güzel olan zordu.
          Bir sabah, yürüyüş için apartmandan çıkar çıkmaz, kocaman valiziyle bir kadın önümü kesti. Bir apartmanı sordu, ben tarif ederken isimsiz kahraman geldi. Beklemeden yürüyüşüne devam edeceğini düşündüm, çünkü tesadüfen hep aynı saatte aynı yolda yürüyorduk. Benim için beklemeyeceğini düşündüm. Bir baktım yürümeyi bırakıp durduğu yerde adım atmaya başladı. Beni beklediğini bu şekilde ifade ediyordu ve de karşıya bakıp gülümseyerek. Hâlâ birkaç saniyeliğine bile olsa bir güzel şarkı duyduğumda, hep o gülümseyerek yerinde saydığı hâli gözümün önüne gelir. Sanki ufak ufak adımlar atarak sürekli aşama katediyorduk. Görünürde bir şey oymayabilirdi ama ben bunu hissediyordum. O gün o yürüyüşten o kadar mutlu döndüm ki eve dönüp kapımın önünde sızıp kalan sarhoş adamı görene kadar, yere bile basmıyordum sanki. Bir bu eksikti. O evle ilgili canımı sıkan bir sürü şey vardı zaten. Yok efendim üst komşum benim yerime kardeşi gil otursun istiyormuş da evden taşınayım diye kurduğu tuzaklar, zamanlı zamansız ev eşyalarını itip çekerek gürültü çıkarmalar, balkonuma attığı karpuz kabukları, gece yarıları kapıma vurup kaçmalar; yok efendim sırf tıpı bitirdi diye onunla evlenmeye can atıyormuşum gibi kendini beğenmiş tavırlar takınan paranoyak yan komşu; yok efendim eve yarasa girmeler, şunlar, bunlar...

          “Eh!” dedim, “Tabii! Bir sarhoş bir yerde sızıp kalacaksa bu elbette benim kapım olur! Aloo! Hoop! Kalksana lan!” Karnını tekmeliyordum. Sonunda adamın ağzından bir kelime çıktı:
     “Zeyneöp...”
     Yakasından tuttum:
     “Zeynep meynep yok burda! Hadi koçum hadi! Başka kapıya!”
     “Ben sana iteklemeyi gösteririm lan kahpe!” dedi sallana sallana kalkarken, sonra zar sor asansöre bindi.
          Ben bu olayı anlamıyorum arkadaş! Yani iki dakika önce ne güzel romantik komedili anlar yaşarken niye şimdi Ayşecik’in taksi şoförlüğü yapan annesi gibi davranmak zorunda kalıyorum? Yani niye böyle saçma sapan şeyleri hep ben yaşıyorum? Bıraksalar ya hep cool olsam işte. Yemin ediyorum Tophaneli Osman’a döndüm ya. İki dakika önce entel dantel bir kızdım, şimdi hiç tanımadığım hanzonun birinden küfür yedim. Bak onu da tanımıyorum, onu da tanımıyorum. Ama hep bana kendimi iyi hissettirecek tanımadıklarımla karşılaşsam ya. Ya da biz hep tanımadıklarımıza karşı onları iyi hissettirecek tanımadıkları olsak. Yani aynı kapıya çıkıyor ikisi de. İşte o zaman ihale bana kalıyor. Yani ben o dingille böyle langur lungur konuşmasaydım böyle olmayacaktı belki de. İç yüzümü afişe ettirdi gibi oldu.
          Yürüyüş yapmak için güzel bir sabahtı. Gizli makyajımı yapıp evden çıkmıştım. Benim apartmandan çıkmamla, onun, apartmanın önüne gelmesi aynı saniyelerde oluyordu, her zamanki gibi. Merdivenlerden indim, aynı hizada yürümeye başladık. Karşıya bakarak “günaydın” dedim. Cevap vermedi. Bir dakika boyunca cevap vermeyince, hiç cevap vermeyecek gibi düşündüm. Acaba benim için giderek daha da heyecanlı olurken o tüm bunlardan sıkıldı mı diye düşünürken:
     “Meriç.” dedi.
     Elim ayağım boşalmıştı. Muhtemelen benim günaydın beklediğim gibi o da adımı söylememi bekliyordu. Ama yapamıyordum. Dilimi kilitlemişlerdi sanki. Doğru anı bekledim ama bir türlü gelmedi. Tek bir kelime daha söyleyemeden yürüyüş sona erdi. Benim apartmanıma yaklaştık, bir de baktım sarhoş adam, elinde sopayla gayet ayık biçimde beni bekliyor.
     “Oha!” diye bağırıp geri dönüp, yürüdüğüm yolu bu kez koşmaya başladım.
     “Gel lan buraya!” deyip beni kovalamaya başladı. On saniye bile geçmeden adam o kadar yaklaştı ki benimle aynı hizada koşmaya başladı. Döndüm bir de baktım benimle aynı hizada koşan Meriç’miş. Beni kolumdan tutmasıyla caddeye atlamamız bir oldu. Caddenin karşısına geçer geçmez hemen önümüzdeki inşaat hâlindeki binaya daldık. Merdiven falan görmediğim için demirlerinden tırmanmaya başladım. Enerjim tavan yapmıştı ve kesinlikle yorgunluğumu veya korkularımı dinlemiyordum. Beni sopayla kovalayan adam umurumda bile değildi bence. Sanırım bilinçaltım Meriç’e aksiyonda sınır tanımadığımı, benden asla sıkılmayacağını ispat etmeye çalışıyordu. Üçüncü kata geldiğimde durdum. İnsanlar bize bakıyorlardı, fotoğrafımızı çekiyorlardı. Nefes nefese kalmış halde:
     “Fazilet.” dedim.
     Bana baktı, gözleri parladı, kahkaha attı. İnşaat alanından üstümüzdeki tozları silkeleyerek çıkıp, herhangi bir yürüyüşten döner gibi döndük.
          Gazeteye manşet olmuştum. Fotoğrafta yüzümü ekşitmiş, inşaatın demirlerine tutunmuştum. Bu fotoğraf neyin nesiydi bilmiyorum ama benim o an hissettiklerimin yüzüme yansıması değildi. Öyle olmasını çok isterdim. Bir şeye bozulduğumda yüzüm bunu çok güzel yansıtıyor fakat heyecanlarımın karşılığı ya somurtmuş, ya ekşimiş surat. Gazeteyi okuduğumda moralim çok bozuktu ama bunun manşet oluşumla bir alakası yoktu. O sabah yürüyüşe gelmemişti. Gazeteyi gördüğü için benden uzaklaşmaya karar verdi desem bu imkansızdı. Çünkü yürüyüşten döndüğümüzde gazeteler daha yeni dağıtılıyor oluyordu hep. Gelmemek kendiliğinden verdiği bir karardı. Bu herhangi bir gün olsaydı, herhangi bir gün gelmeseydi, hastadır, halsizdir, uyuyakalmıştır, bir sürü sebebi olabilirdi. Ama o sabah, kafamdan mazeret uyduracak kadar pozitif olamazdım. Sadece gelmemişti ve benden kaynaklı bir sürü nedeni olabilirdi. Benden sıkılmış olabilirdi, artık zamanını çocuk oyunu oynar gibi geçirmek istemiyor olabilirdi, bir daha benim yüzümden insanlara madara olmak istemiyor olabilirdi, ben eğleniyorken o sandığım kadar –benim kadar- eğlenmemiş olabilirdi, benden sıkılmış olabilirdi, benden sıkılmış olabilirdi. Bu düşüncelerin içimi kemirdiği uzun, berbat bir günün gecesinde yatağıma uzanmış, biraz olsun her şeyden uzaklaşmak isterken, okuduğum kitabın neden o paragrafı karşıma çıkmıştı? Benden ne istiyordu? Yeterince çaba sarfetmemiş miydim? Yoksa laubalilik mi yapmıştım farkında olmadan; onu kaybetmeyeyim derken sıkmış mıydım yoksa? Adını bile soramazken nasıl yapabilirdim ki bu kadar şeyi? Ya şöyle karşıma çıkıp bir tane sihirli küre adam akıllı anlatsa senin suçun bu, bu, bak burada böyle yaptın, burada böyle dedin dese, yok çok ciddiyim söz veriyorum öyle korktum, ay, uy, vay küre konuştu, aman da cin mi, aman da uzaylı mı ayaklarına girmeyeceğim. Gelsin, anlatsın, gitsin ya bak kimseye de anlatmam, sır olarak kalacak bende.
          Vazgeçtim. Suçu kendimde aramaktan vazgeçtim. Sevmek suç mu lan dedim, kafamda hallettim, her sabah yürüyüşe gelmesini bekledim. İki hafta boyunca gelmedi. O inşaat binası onu son gördüğüm yerdi. Artık ümidi kesmiştim ama olur da karşılaşırsak beni bıraktığı gibi bulmasını istemedim. Neden bilmiyorum, istemedim. Saçımı kısacık kestirmeye karar verdim, kuaföre gittim. Bir gelinle ilgileniyorlardı, bir saat bekledim. O süre zarfında gelinle konuştuk, güldük, fikir verdim, saçına yardım ettim, kuaförün çırağı gibi olmuştum. Gelin o kadar kibar ve güzeldi ki bunu yapmaktan zevk alıyordum. En ufak bir şey yapsam yaptığım şeyi övüyordu. Kuafördeki herkesi de. İnsanlara kendilerini nasıl iyi hissettireceğini biliyordu. O zaman anladım neden kuafördeki herkesin onun için seferber olduğunu. Ben de onun için kendisini iyi hissettiren bir yabancı olabilmiştim. Bunun verdiği mutlulukla, ben ve kuaför çalışanları hep beraber onu düğün arabasına uğurlamak için kuaförden çıkıyorduk. Sanki çocuğumuzdu giden. Düğün arabasının önünde, damat kıyafetinin içinde, ağzı kulaklarında, Meriç’i gördüğümde kuaförden dışarı atacağım adımı geri çektim. Koyu renkli camın arkasından izledim onları, nasıl mutlu olduklarını. Saçlarıma kıymaktan vazgeçtim. İkinci bir değişime gerek yoktu çünkü. Değişen bir şey vardı. Ben onu bıraktığım gibi bulmamıştım. Evet, aramızda bir şey vardı. Ne olduğunu hâlâ anlayamıyorum ama ne olmadığı gayet açıktı. Belki artık hayatının bambaşka bir yöne çevrileceği düşüncesinin gerginliği onu sabahları erkenden uyandırıp o yola sürüklüyordu. Belki o doğru kişi mi diye kuşkulanmaya başlamıştı yol bitmeye yaklaştıkça ve bir başkasıyla konuşunca onunla da aynı şeyleri hissediyor mu diye merak ediyordu. Belki her şey dört dörtlüktü ama film tadında bir şeyler eksikti ve bunu yaşamadan bir şeylere bağlanmak istemiyordu. Kafasındaki bir soru işaretini cevapladığımın veya eksik olan bir şeylerini tamamladığımın farkındaydım ama bu iyi hissettirmiyordu. Karı – koca beni büyülemişlerdi ve o gelin Meriç’e benden daha çok yakışıyordu. Her şeyin farkındaydım ve bu iyi hissettirmiyordu. Bunu asla yapmazdım ama isteseydim bile karşısına çıkıp sitem edecek tek bir kelimem bile yoktu. Bana umut verecek ne yapmıştı ki? Verecek kimsemin kalmadığı sevgiyi saçlarıma bıraktım. Saçlarımı daha çok severek eve döndüm.
          Eve döndüğümde sarhoş adamı elinde rakı şişesiyle paspasımda otururken gördüm. Beni görünce ayaklandı, ben sakin sakin ona yaklaştım. Sakinliğimi görünce, hızlı hızlı üzerime yürürken duraksadı.
     “Rahatsanız sorun değil paspasımda oturabilirsiniz.” dedim. Gözlerimi dolu görünce onun da gözleri doldu.
     “Hatta sizin bile olabilir.” derken gözümden bir damla yaş düşünce, sarhoş adam, asansörün kapısına oturup ağlamaya başladı.
     “Abla, seviyorum ben Zeynep’i.” dedi,
     “Bu güzel bir şey.” dedim.
     “Yok abla yook, tek taraflı olmuyor.” deyip hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
     “Olsun. Sevmek her zaman sevmemekten daha iyidir.” dedim.
Rakısını bana uzattı. Almak için elimi uzattım, sonra kendime geldim, karnına bir tekme attım!
          “N’oluyor lan!” dedim, “Ne lan bu arabesk havaları? Yok sevdiğim adam, evlenmeler, sarhoş kıro muhabbetleri, rakı kokuları, bilmemneler!.. Bas git lan bu apartmandan! O Zeynep de inşallah top sakallı, küpeli bir herifle evlenir de sen de ağzını ayırıp bakarsın! Bok herif! Çık lan apartmandan!” dedim,
     “Ne diyon lan sen!” diye şişeyi ters tarafından tutup ayaklandı. Koşa koşa son anda eve girdim, kapıyı suratına kapattım. Yaşadığım için mutluydum.
          Salona girdim, radyoyu açtım. Sokağın ışıklarıyla oda aydınlanıyordu, yeni bir ışık eklemedim. Pencereden dışarıyı izliyordum. Şimdi ne mutluydum ne de mutsuz. Üzülüyordum kendim için ama böyleydi. Ne üşüyordum ne ısınıyordum. Bomboştum. Bu akşam bu sokak gibi, öyle bomboş.
          Radyoda Ripple çalıyordu.

FAZİLET AYDIN
21.10.2012

mavi ışık kazanı


          Yaptığım çocukluktu. İnternetle iletişimin ilk yayıldığı zamanlarda, kendini en pahalı mesleklere sahip, en büyük şehirlerde yaşayan, o şehirlerin de en lüks semtlerinde oturuyor gibi tanıtan işsiz güçsüz adamların yaptığı gibi, o ayarda bir şeydi. Gereksizdi, zaman kaybıydı ve beni ben yapan özelliklerimi sarsıyordu. Çünkü ben, o sohbet odasında, New York'ta yaşayan bir Türk'tüm. Ne tesadüftür ki New York'ta yaşadığını iddia eden Türk bir çocukla sohbet ediyordum. Sohbetimiz kısa sürmüştü fakat o kısa zamanda çok eğlendiğimiz için aynı anlarda internete giremesek bile mail yoluyla yazışmaya devam ettik. İlk zamanlar üyff öyle sosyal hayatım vardı ki ayda bir falan bakabiliyordum maillere. Saygılı karakterinden olsa gerek, ben cevap yazmadıkça ikinci bir mail atmıyordu. Birbirimize New York sokaklarının muazzamlığından, hafta sonu akşam güneşinde yapılan bir yürüyüşün güzel olmayan her şeyi unutturduğundun, 14. caddedeki "Mystery Cake" çocuk pastanesinin önünden geçerken soluduğumuz pişen hamur kokusundan bahsediyorduk. Bazen edebiyattan, bazen klasiklerden, bazen de Mor ve Ötesi'nden... Üniversiteyi bitirip eve dönmemle durağanlaşan hayatımda haftada bir yer almaya başladı. Zaman ilerledikçe anladım ki o gerçekten New York'ta yaşıyordu. Verdiği ayrıntılar, benim de bildiğimi düşünerek, korkusuzca verdiği ayrıntılardı. Ben ise durumu gayet iyi idare ediyordum. Şehirden çok, insana dair yorumlar yapıyor; yaşadığım yerde gözlemlediğim günlük yaşamdan bazı şeyleri New York üzerinden yorumluyordum. Evde zaman ilerledikçe hiçbir şey değişmiyor; hiçbir şey değişmedikçe her şey eskiye gidiyordu. Telefonu elime aldığımda "Kiminle mesajlaşıyorsun sen?" diyordu babam; ortaokuldaki gibi, lisedeki gibi. Ve annem, çalışacağım şirket, yaşayacağım şehir hakkında ardı arkası kesilmez yorumlar yapıyor, fikirler sunuyor, neredeyse karar veriyordu; lise, üniversite tercihlerim gibi; ortaokuldaki gibi, lisedeki gibi. Uzunca düşündüm bunun sebebi ne olabilir diye; gözlerinde büyümememin, aradan geçen yılların gördüğüm muameleyi değiştirmemesinin, hayatıma getirdikleri kısıtlamaların ve müdahalelerin hiçbir yol katetmemesinin sebebi ne olabilir diye, sonunda buldum. Pijamamdı! Bütün sorun buydu! Her şeyim değişmişti: saç kesimim, dişlerim, cildim, boyum, renk seçimlerim; ama pijamalarım hep aynıydı! Üstü kısa kollu, altı kapri. Çocuk pijaması gibi! Onların gözleriyle kendime bakınca kendimde eskiye dair tek izi bulmuştum işte! Bunu farkettiğim gece uyuyamadım. Ertesi gün olup alışveriş merkezine koşup o televizyonda gördüğüm genç kız pijamalarından alıp artık gözlerinde büyümek için sabırsızlanıyordum. Ertesi gün aynen bunları yaptım ve temiz bi para ödedim. Pijamayı çantamın içine sıkıştırdım ve eve döndüğümde kimseye göstermedim. Akşam olup pijamayı giydiğimde sanki hep o pijamayı giyiyormuşum gibi davrandım. Babam bir ara arkamdan baktı:
"Kıçındaki yamayı sen mi diktin?" dedi, güldü. Pijamaya aykırı kumaşla tasarlanan arka cebi kastediyordu. Cevap bile vermedim. Birden bire gözlerinde büyümemin verdiği çekememezlikten, sinir bozukluğundan kaynaklı bir dalga geçme ihtiyacıydı işte. Hiç oralı oralı olmadım.
          Tatile gideceğimiz gün annem:
"Ne götüreceksen yatağın üstüne koy, ben valize dizerim." dedi. Hemen pijamayı da koydum. Aldığımdan beri sadece o pijamayı giyiyor, annemle babamla daha az konuşuyordum. Ama neye çok değer verdiysem zarar gördüğü hayat tecrübeme dayanarak, mavi pijamayı da koydum: üstü kısa kollu, altı kapri. Çocuk pijaması gibi! Tatilin ilk gecesinde, yolun da verdiği yorgunlukla hemen uyumak istedim. Zira herkes uyumuştu. Pijamamı aradım, elime sadece mavi pijama geldi. Bütün valizleri aradım, genç kız pijamam yoktu! Hemen annemi uyandırdım:
"Pijamam nerede?"
"Haa diğeri mi? Onu koymadım. Bir hafta için iki pijamaya ne gerek var kızım! Hem baban valizleri çok doldurma dedi."
"Öyleyse bıraksaydın da hangi pijamayı alacağıma ben karar verseydim!" dedim, sinirimden uyuyamadım. Ertesi sabah annemle konuşmadım, denizde bile trip attım. Yüzerek yanıma geldi:
"Her şeye çok çabuk somurtuyorsun. Hiç şükretmiyorsun. Koskoca tatilde bir pijama için surat asıyorsun." diye nutuk çekti, ortaokuldaki gibi, lisedeki gibi.
"Sorun pijama değil anne! Anlamıyorsun! Benim adıma karar vermen!" dedim.
"Yazın kaprili pijama daha rahat olur diye düşündüm." diye devam etti, anlaşamadık. Ama madem eskiyi hatırlatan özelliklerimden biri de buydu; onu da bıraktım. Hiçbir şey için somurtmadım. Dişlerimi sıktım, umursamazlıktan geldim.
          Bir gün annemle babam konuşuyorlardı, New York falan dediler, bu ne muhabbet dedim, yanaştım.
"Yaptıklarını hastalıkla ödüyor işte." dedi babam.
"Kim?" dedim,
"Sen tanımazsın." dediler; ortaokuldaki gibi, lisedeki gibi. Ben de gizliden dinledim. Babamın New York'ta yaşayan amcası hastaymış. Ben öyle bir amcası olduğunu bile bilmiyordum. Dedemlerden beri ailecek küslermiş meğer.
          Hiç Amerika hayalim olmamasına rağmen, New York'ta olduğumu hissetmek beni mutlu ediyordu, bana olduğum yeri unutturuyordu. O yüzden mailleri neredeyse her gün kontrol etmeye başladım. Her gün New York, her gün sokaklar, her gün klasik müzik, her gün edebiyat, her gün kabartma tozu, vanilya kokuları... Ve bir gün:
"Buluşalım mı?"
Al sana ananı niyolayi yee ye, dedim ve laptopu çarparak kapatıp dolaba gömdüm.
Bir hafta sonra kuzenimle eşi bize misafir oldular. Ben onlara kahve yaparken, kuzenimin eşi annemlere Antakya'da çalışmamı öğütlüyordu. İş arkadaşlarımla yemeğe çıkmak için babamdan izin alacak halim gözümün önüne geldikçe kahve taşıyor, kahve taştıkça ben köpürüyordum. Kalan yarımşar fincan kahvelerini servis ettim, direk odama gittim. Onlar benim hayatım üzerine plan yapadursunlar; ben ise bir çocuktan beklemeyecekleri kadar para biriktirmiş, New York'a gidiyordum. Laptopumu gömüldüğü yerden çıkarıp mail attım:
"Önümüzdeki beş gün dışında her gün olabilir. Nerede, ne zaman? Zevkine güveniyorum."
          Küçük bir çanta hazırladım, New York'ta pansiyon fiyatları tahminimden fazla olabilir diye babamın hasta olan Vehbi amcasının telefonunu babaannemlerin telefon defterinden arakladım.
          New York'a ulaştığımda bütün kaslarım gerilmişti. Havaalanında bindiğim taksiden iner inmez karşılaştığım ilk çöpe kustum. Ne yaptığımı düşünüyor, titriyordum. Girdiğim ilk pansiyonun bütçeme çok uygun olması içimi büyük ölçüde rahatlattı. Taksi şoförüne danışmakla doğru yapmıştım. Rahat bir uyku çekip ertesi sabah heyecanla uyandım. Buluşacağımız gün gelmişti. Bu çocuk hakkında hiçbir fikrim yoktu. Tarzı, boyu, kilosu,... Hiçbirinin önemi yoktu. Onunla bir gelecek düşünmüyordum. Onunla hiçbir şey düşünmüyordum. Sadece anı yaşıyordum, hayatımda ilk kez! Sabah erkenden çıkıp pansiyonun civarını gezdim. Yaşadığım yer olarak buraları anlatacaktım. Güzel de bir elbise çektim, bir çift de ayakkabı. Buluşacağımız yer için yine taksiye güveniyordum. Onu nasıl tanıyacağım ise çok kolaydı: masasına bir abaküs koyacaktı. Bu yaptığımız bir geyikle ilgiliydi, arkadaşlığımızın sembolü gibi bir şey oldu. Taksi beni restoranın önüne getirdiğinde fazlaca lüks bir yer olduğunu gördüm. Elbiseyi alırken biraz fantezi gibi gelmişti ama şimdi ne kadar isabetli bir karar olduğunun farkına vardım. Asansöre binip üst kata çıktığımda, camekandan masalara göz gezdirdim. Abaküs yoktu. Masaların arasında dolanıp kendimi madara edecek takatim de kalmamıştı. İkinci kez bakmadan kendimi dışarı attım. Pansiyona dönmedim. Restoranın civarını dolaştım, bütün cadde lükstü. Nedense Vehbi amca geldi aklıma. Arayıp, onu ziyarete geldiğimi söyleyip, evinin adresini isteyecektim. Telefonu kızı açtı, evi tarif etti. Vehbi amca iki gün önce ölmüş. Eşi Feryal yenge, ben doğar doğmaz beni ilk kucağına alanın Vehbi amca olduğunu anlattı. Balkona çıkmış, şehrin şaaşaasını izlerken telefonum çaldı, annemdi. Belki beş yüzüncü arayışıydı, bu kez açtım. Herhangi bir telefon konuşması yapacakmışız gibi normal karşıladım.
"Neredesin sen! Günlerdir seni arıyoruz!"
"Neden sordun?"
"Fazilet yeter artık! Kâh ona küsersin, kâh bunu beğenmezsin; öylesiyle böylesiyle seni memnun etmeye çalışıyoruz; ama bu kadarı haddini aştı artık!"
"Asıl siz beni öldüreceksiniz! Siz!.. Ben size eşantiyon olarak gelmedim dünyaya! Benim bir hayatım var! Kendi hatalarım, kendi mutluluklarım, kendi hayat derslerim, kendi pişmanlıklarım var! Hayata tutunmaya çalışıyorum. Beni mutlu edecek, düzenli bir hayat kuracağım bir şehirde yaşamayı planlıyorum. Ben yapıyorum bunu ben! Ama siz, siz benim için her şeyin zaten en iyisini düşünürsünüz ya, beni ilk kucağına alan insanla tanışmamamın daha iyi olacağına karar verdiniz!"
"Fazilet? Bir dakika neredesin sen?"
"Vehbi amca ölmüş anne! İki gün önce ölmüş! Evet! Ben hiç tanımadığım akrabamızın hasta olduğunu duyunca sizden daha çok endişeleniyorum! Onu merak ettiğim için geldim ama yetişemedim! Sandığınızdan daha büyüğüm! Hatta bazen sizden bile daha büyük olduğumu düşünüyorum!" diye ekilmiş olmamın verdiği siniri, yalanlar söyleyerek, ona sinirlenmiş gibi, annemden çıkardım. Ortaokuldaki gibi, lisedeki gibi.
"Ne zaman döneceğime ben karar vereceğim!" deyip, vereceği hiçbir cevabı dinlemeden telefonu kapattım. Nedense zaten cevap vermeyecekmiş gibi geldi o an. O gece Vehbi amcalarda kaldım. Elbisem ne hasta ziyaretine, ne de cenazeye uygun olduğu için yalan söylediğimi anlamışlardır. Ertesi sabah bana mail gelmişti. Buluşmaya gelemediği için çok üzgün olduğunu, bunu eğer bugün onunla buluşursam bu akşam açıklayacağını yazmış.
          Onunla bir gelecek düşünmüyordum, onunla hiçbir şey düşünmüyordum. Haliyle bana güven vaat etmemişti. O halde sarstığı bir güven de olmamalıydı. Dolayısıyla beni ekmesi beni yaralamamış olmalıydı. Ama yine de ezik gibi kabul etmeden önce ona söylemem gereken bir şey vardı:
"Sen buluşmak için benim kadar hevesli değilsin."
Kısa bir süre sonra cevap geldi:
"Orada dur bakalım küçük hanım. Benim seni merak ettiğim kadar, sen beni merak etmiyorsundur emin ol."
          Küçük hanım... Hoşuma gitmişti ama çocuğu bunu söylerken gözümün önünde canlandıramıyordum.
          Elbise, ayakkabı, taksi...Ve ben yine restoranın önündeydim. Asansöre bindim, üst kata çıktım. Camekandan masalara göz gezdirdim. Tam karşımda krem rengi takım elbiseli, saçları bembeyaz bir adam, titreyen elleriyle abaküsün boncuklarıyla oynuyordu.
          Elbette, yaşlarımızı sormamıştık. Ve elbette, küçük hanım. Yanına gittiğimde o kadar mutlu ve rahattım ki, hiçbir şeyin bu anı bozmasını istemedim. Başını ağır ağır kaldırıp bana baktı: gözleri parladı, gülümsedi, gamzeleri belirginleşti.
          Hiçbir şey söylemedi, çünkü böyle anlaşmıştık. Hoşgeldin, nasılsın, ne yaptın tarzı kelimelerle muhabbetimizi sıradanlaştıracak bir başlangıç yapmayacaktık. Biraz susacaktık, ki tebessümlerimizi konuşturalım.
"Küçük bir kadınla aynı masayı paylaşıp Türkçe konuşmayalı yıllar oluyor."
"Ben ise ilk defa yaşıtım bir erkekle yemeğe çıkacağımı düşünmüştüm. Ama buna hazır olmadığımla yüzleşmem gerekiyormuş demek ki. Sizi görür görmez gerginliğimin geçmesi bu yüzden sanırım."
"Aslında her zaman planlı programlı, hatta abartmıyorum, dakik bir insan oldum. Ama sağlık, planlarıma uymuyor."
Beni ekmesinin özrünü bu şekilde diledikten sonra saatlerce konuştuk, güldük, bize baktılar, sustuk, tekrar konuştuk.
          Ona gerçeği anlattım. Onun için New York'a gelmemin, New York'ta yaşamamdan daha çok mutlu ettiğini söyledi. Vedalaştık. Elimde bir abaküsle pansiyona döndüm.
          Eve döndüğümde babam hoşgeldin deyip gülümsedi, annem de mutfaktan hoşgeldin diye seslendi. Beni boğmamak için aralarında anlaşmış olacaklardı. Bir saat sonra annem odama girdi. Biraz konuşup bazı şeyleri yanlış anladığımı izah etti. Vehbi amca beni görmemiş bile, beni amcamın büyük kızıyla karıştırmışlar.
          “Biz her şeyin farkındayız kızım. Sen burada misafirsin. Şurada kalıp kalacağın bir sene. Sonra kim bilir nereye gideceksin. Ama o zaman seni o kadar az göreceğiz ki, kiminle görüşüp kiminle mesajlaştığını öğrenmeye zaman kalmayacak. Bunlar son meraklarımız. Değil tatilinde giyeceğin pijaman, tatilin bile bizden bağımsız olacak. Ve tabii ki bu senin hayatın. Tecrübe edindiğini görmek bizi rahatlatıyor, ki budur gözümüzde seni en çok büyüten.
          Seni ilk kucağına alan anneannendi. Ben mezarlıktasın zannettim. Ödüm koptu.”
          Alnımdan öperek odamdan çıktı. Mavi pijamamı giyip yattım. Sabaha karşı uyuyakalmışım.

FAZİLET AYDIN
06.09.2012