mavi ışık kazanı

Yolun sonuna gelmiştim galiba. Bitmişti işte. Bayram tatili için memleketime dönüyordum ve Arzu yengeye anlatacağım hiçbir komik anım yoktu. Her bayram tatilinde, her yarıyıl tatilinde, her yaz tatilinde mutlaka başıma ya aşırı komik ya da trajikomik ama komik ağırlıklı olan birden fazla olay gelirdi ve hepsini Arzu yengeye tek tek anlatırdım. Dayım kahkahalar atardı, sen bunları bir yere yaz mutlaka derdi, “Fazilet’in üniversite anıları” diye kitap olur derdi; Arzu yenge ise “Yine mi başına bir şeyler geldi! Gene mi bir sürü şey anlatıp başımı şişireceksin off!” diye şaka olduğu hiç belli olmayan şakayla isyan eder, merakla dinler, gülerdi. Başkaları misafirliğe gelirse onlara da anlattırırdı: “Şu elsivakikide çalışan Doğan vardı ya hani onu anlat.” derdi. Ama derdi işte! Neden “der” diyemiyorum? Neden “yine böyle diyecek” diyemiyorum? Okulun başından bayram tatiline kadar Arzu yengeye anlatacağım hiçbir olay yaşamamak ne demek! Bu değişmezdi ki. Anlatacağım olaylar beş taneyse belki Arzu yengenin zoruyla dört taneye indirirdim ama anlatırdım! Bu değişmezdi. Kendime itiraf edemediğim şeyi çok iyi biliyorum. İçimden söyledim çünkü. Benim bile duymayacağım kadar içimden itiraf ettim o davranışlarımla, hareketlerimle, konuştuklarımla ve tüm varlığımla reddettiğim gerçeği. Beni ilgilendirmezdi çünkü. Çünkü bu benle ilgiliydi. Ama o ben değil, diğer benle. Şimdi felsefe yapıyorum zannedecekler. Sonra da o şeye bağlayacaklar bu konuyu, hani şu içimden…neyse ne! Hiçbir şey bildikleri yok. Kimsenin bir şey bildiği yok. Çünkü alakası bile yok.
Yaşlanıyor muyum ben? Bu mu bana yaşadıklarımın anlatmaya çalıştığı şey veya yaşayamadıklarımın, anlatamadıklarımın? Komik olaylar yaşamadıysam bu yüzden mi? Halim mi yoktu onları yaşamaya veya bakış açım mı olgunlaştı da artık komik yanlarını sezemez oldum? Hani bir ilişkiyi yürütecek olgunlukta bile değildim henüz? O derece çocuk ruhluydum ve komik bir şey olduğunda bir erkeğin yanındaki kız arkadaşına yakışamayacak kadar hayvanî kahkaha atardım? Bunlar hala aynı. Öyleyse şimdi hem yaşlanmış hem de bir ilişkiyi yürütecek olgunluğa sahip olmayan biri mi oldum?
Neden sadece “denk gelmemiştir” deyip geçemiyorum üç aylık olaysızlığı? Belki çevremdeki insanlar olgunlaştı, aksini ispat edin! Garsonlar, muavinler olgunlaştı belki o yüzden artık komik değiller. Belki evlenmek istiyorlar ve o yüzden olgun davranmaya başladılar. Belki herkes evlenmeye karar verdi ve kimse komik olmak istemiyor artık, sadece çekici görünmek istiyorlar belki olamaz mı? Neden bana bağlayasınız ki? Benim yaşımla ne alakası var?
Hiç de bile eskiye göre daha duygusal değilim! O sizin kendi hüsnü kuruntunuz. Yazılarım mizahtan uzaklaşıyorsa bu ben öyle istediğim içindir.
O kadar komiksiniz ki şu anda, keşke Arzu yengeye sizi anlatsaymışım. Nedir bu başkalarının yaşlanmasından kuvvet alarak gençleşme çabanız anlamıyorum doğrusu. Âdem’in torunları değilsiniz değil mi? Yukarıdan torpillisiniz, vay saflarım benim.
Neyse ne ya benden hiç mi hiç fark etmezdi. Başıma farklı bir olay gelmediği için bayramda öyle sohbet edecektim Arzu yengeyle ve geçip gidecekti. Ama bayramda direk köye geçtiğimiz için Arzu yengeyle karşılaşmadık. Pek sevinmedim öyle çünkü benden hiç mi hiç fark etmezdi.
Amcam gelmişti köye bayram için: yıllardır görmediğim Kemal amcam. Kemal amca en komikleridir, hiç susmaz. İki günlüğüne geldiyse bile doyurur kendine o iki günde, dolu dolu ayrılır. Susup bir köşede oturmaz, sevmez öyle şeyleri. Dalga geçer, taklit yapar, soru sorar, o anlatır. Nedense bu sefer yaşlandı gibi gelmişti bana. Ara sıra uzun uzun sustuğu, konuşacak bir şey bulamadığı oluyordu. Yemek yemeyi çok severdi eskiden. Ama şimdi bakıyordum, yemeği biraz fazla kaçırsa, yüzü asılıyordu, karnını tutuyordu. Ara sıra bahçeye çıkıp bütün köyü izliyordu. Hani içimizden konuşabildiğimizi bilsem, bazı şeylerle konuştuğunu sanırdım.
Bir akşam bakkala ineyim dedim, amcam da benimle birlikte geldi. Dedemin oğlu olduğu çok belliydi. Bakkala kimin oğlu olduğunu sordu. Birkaç gün sonra gidecekti ama yine de ailesinin kimlerden ekmek aldığını öğrenmek istiyordu. O soyadını öğrenince yedi sülalesini bilme kültürü benim kuşağa kalmamıştı ama amcam senelerce başka yerde yaşamasına rağmen hiçbir soyadını ve soyadların ait olduğu aileleri unutmamıştı.
Eve dönerken suskunluk oldu. Konu açmak için değil gerçekten merak ettiğim için ona bir şey sordum:
“Amca, senin için Kırıkhan’ın anlamı ne? Ama bunu gerçekten soruyorum, şaka yapma. Benim gördüğüm sadece taş evler ve şu çay. Babam her hafta sonu geliyor. Burada ne bulduğunu anlamıyorum. Zamanında burası çok daha güzel bir yer miydi ve babam hala buraya o gözle mi bakıyor diye merak ediyorum. Çünkü yemyeşil manzarası, şelalesi, nehri falan olsa neyse diyeceğim ama yok. Sana ne ifade ediyor burası? Sadece babaannem ve dedem olduğu için mi buradasın yoksa onlar olmasaydı da büyüdüğün yer olarak burası sana güzel geliyor mu?”
Amcam biraz düşündü ama kararsızlığından değil. Kafasındakileri nasıl aktaracağını düşündü:
“Burası tabii ki de benim için çok farklı anlamlar taşıyor, sadece annem babam burada olduğu için değil; onlar olmasa da gelirdim ben. Çünkü ben burada büyüdüm. Evet, sana gözüktüğü gibi gözükmüyor bana burası çünkü ben buranın eski halini biliyorum. O yüzden güzel görünüyor hala. (çayın olduğu yeri göstererek) Şu köprünün bir dili olsa da konuşsa! Babanla, Mehmet’le (yan komşu), daha kaç tane arkadaşla gelirdik şu köprüye, taşları üst üste dizerdik sonra çaya atlardık. Yan tarafımızda yılanlar olurdu, biz şurada yüzerdik. Hiç bize karışmazlardı. Bakkal dayım sobası için bize çalı toplatırdı, kollarımız yara olurdu getirirdik: sırf bir Eskimo için! Bak bu dayımların evi var ya (önünden geçiyorduk o esnada), işte babam veya dayım bize kızdığında babanla biz buradan atlardık. Şimdi aklım almıyor! Ama o zaman nasıl olurdu bilmem, korkudan atlardık işte. Ben mesela bizim bahçeye çıkardım, Mehmet de yan komşumuz ya hani, ben çıkıp bir ıslık çalardım şöyle: ………., Mehmet de bahçeye çıkar, aynısını çalardı “fiyu fiyuu fiy fiyu fiyu fiyuuuuuu” diye!”
O kadar heyecanlı anlatıyordu ki o yokuşu ne ara çıktığımızı, eve ne ara geldiğimizi ikimiz de fark etmemiştik. Eve varınca devam etmedi.
Ertesi gün amcamla vedalaştık, köyden döndük.
Babam hep esrarengiz gelmiştir bana. Her şeyi anlatmaz, zamanla öğrenirim. Sevmez öyle röportaj yapar gibi soru sorularak hakkındakilerin öğrenilmesini. Yeri gelecek, tadında anlatılacak. Zaten gerçekten yeri gelmişse o mutlaka anlatır. Önce aklına gelir, kendi güler; güler güler; sonra neden güldüğünü anlatır. Alışkın olduğum için çok merak etmedikçe soru sormam ben babama. Ama ne anlattıysa hep dinledim. Ne anlatırsa pür dikkat dinlerim. Ona komik gelen bana da komik gelir çoğunlukla. Başkalarına gelmeyebilir ama. Herkes anlamıyor babamın esprilerini.
Bana yüzmeyi babam öğretti. “Yüzme biliyor musun?” derlerse “Babamın öğrettiği kadar.” derim ben. Ama babamın yüzmeyi nereden öğrendiğini hiç sormamıştım. O çayda olduğunu öğrenince esrarengiz geldi mesela. Çünkü düşünmem gerekirdi: babam Kırıkhan’da büyüdüyse yüzmeyi nereden öğrendi? Ama uzun yıllar sonra bu şekilde öğrendim. Eve döndükten sonraki akşam, babam televizyon izliyordu. Ona amcamın söylediklerini baştan sona söyledim, belki bir şey ekler diye. Ama bunu ona hissettirmedim, amacım sadece babama amcamın söylediklerini anlatmakmış gibi davrandım. Babam hiçbir şey eklemedi. Belki ekleyecek bir şey yoktu, belki de röportaj havası sezdi, bilmiyorum. Ama en sonunda “ıslık çalarlarmış” dediğimde, cümlemin bitmesiyle babamın aynı ıslığı çalması bir oldu. Kolay da bir melodi değil! Kısa da sayılmaz, biraz uzun bir ıslık! Nasıl yıllarca akıllarında tutuyorlar? İkisi de! Ve babam ekledi:
“ ‘Şu ıslığınızın anasına avradına başlattırma ha!’ derdi deden.”
Kemal amca da babam da yaşlı gelmiyordu bana. Onlar, tüm esrarengiz hallerini ve heyecanlarını içlerinde saklıyorlardı. Durgunluklarının yaşlarıyla bir ilgisi yoktu. Islık hafızalarındaydı. Sadece şimdiki zaman onlara ıslığı çalacak imkân vermiyordu. Kimsenin yaşlandığı falan yoktu.
Birkaç gün sonra üniversiteye döndüm. Kemal amca da köyden dönecekti artık. Döneceği akşam beni aradı. Şakalaştık, sohbet ettik, vedalaştık. Telefonu kapatacakken:
“Amca!” dedim.
“Hah! Söyle noldu?”
“O ıslığı çalsana.”
“Islığı mı? ……………………………………… ‘Mehmeet evde misin geliyom haa’ demek bu ıslık.(onun melodileştirilmiş hali)”
“Hadi ya! Tamam amca.”
Ve telefonu kapattık. Kimsenin yaşlandığı falan yoktu.


FAZİLET AYDIN
28/11/2011  04:13