mavi ışık kazanı

      İşte sevmiyorum böyle şeyleri. Gelme benimle aynı anda piyano dersine!
Aynı hocadan ders almayalım. Daha uygun olur diye birlikte özel ders almayalım. Bana özel olsun o ders. Sadece bana hitap etsin hocam. İlerleme gösterdiğimde hemen fark etsin. Sevinsin, bana gülümsesin. Ders aralarında yaptığı esprileri sadece bana yapsın. Piyano hocam beni tanıştırdığı arkadaşlarıyla seni de tanıştırmasın. Hocamın öğrencisi olarak sadece beni bilsinler o beni hep şımartan entelektüel insanlar. Sen maydanoz olma.
      Lütfen, lütfen piyanoyu benden daha iyi öğrenme! Geçme benim önüme! Benim keşfettiğim hocanın favori öğrencisi sen olma. Benden daha çabuk kavrayabildiğin için sorunun bende olduğunu düşünmesin hocam. Zor anladığım için, zoru başardığı için sevinsin hocam! Bana öğretebildiği için sevinsin. Kıskanmayayım seni, şevkim kırılmasın. Hocamın eşiyle sen de tanışma ve yeni doğan bebeğini sen de görme! Gitme evlerine; ne onun ne de arkadaşlarının entelektüel aileleriyle tanışma ve her birinin evindeki ayrı ayrı iç mimarî harikası oda dizaynlarını görme! Sen varken olmaz böyle! Hocamın arkadaşları sana sorular sorarlar! İlgi odağı sen olursun gittiğimiz konserler öncesi yemeklerde! Hocam hep senden bahseder çünkü! Senin kısa zamanda ne kadar ilerlediğinden, parmaklarının piyanoya ne kadar yatkın olduğundan bahseder. Benim bozulmamam için de önce dolma gibi parmaklarıma bakar, oradan beni teselli edecek bir malzeme çıkmayınca geçen ders öğrendiğimiz parçayı çok güzel çaldığımı, kesinlikle dinlemeleri gerektiğini söyler. Eskisi kadar içten bakıp gülmezler bana hocamın arkadaşları. İlgi odağı ben olmam artık. Eskisi kadar sevilmediğim gibi, eskisi kadar sevilmeyi de hak etmiyorum gibi gelir. Hocamın ayrı, arkadaşlarının ayrı şımarttığı o konser gecelerinden dönüşte mutluluktan nefes nefese eve döndüğüm günler biter artık. Piyano gördüğümde gözlerimin parladığı günler geride kalır sen gelirsen. Piyano görünce yüzüm asılır, içimi bir sıkıntı basar.
       Olmasın böyle şeyler! Çünkü sevmiyorum böyle şeyleri. Gelme benimle aynı anda piyano dersine!
      
       Sana bunları söylesem gelmekten vazgeçecek miydin Eylül? Benden soğumadan veya rekabetten korktuğumu arkadaşlarıma anlatmadan, sakin bir şekilde gelmekten vazgeçecek miydin? Ya da bu söylediklerimle iyice heveslenip, egonu tatmin etmek için gelmekte ısrarcı mı davranacaktın?
       Mutluluğumu riske atmadım. Riskin lehime işlediği nerede görülmüş? En son geçen hafta ilk defa canım kahve çekti diye derse geç kalma riskini alarak fakültenin yanındaki cafede kahve içmeye kalkıştığımda, üzerime döktüğüm koca kahve yüzünden hiçbir derse giremedim. Eve gitmek için bindiğim otobüste muavin elime bir top rulo tuvalet kağıdı uzattı:
“Ablam gömleğinizden koltuğa damlıyor.”  dedi.

İşte sen gelirsen ben hep böyle şeyler yaşayacaktım Eylül. Sırtımı yasladığım tek mutluluğumu da elimden alacaktın. Eğer sen gelmiş olsaydın, o gün otobüsten indiğimde:
“Rezil oldum ama olsun, piyano dersine gidiyorum ben. Ben orada çok mutluyum.” diye düşünerek gülüp eve geçemeyecektim. Rezil olduğum anlarda, Çarşamba günü entelektüel bir insan olacağımın hayalini kurup rahatlayamayacaktım. Hep rezil olacaktım ve hep birileri her konuda beni geçecekti. Hiçbir konuda, alanda kendimi özel hissedemeyecektim. Risk alacaktım ve sonunda yine rezil olacaktım.
Riske atmadım o yüzden.
 “Beraber özel ders alalım mı o hocadan? Senin ilerlediğin dört dersi bu hafta içinde halledeyim ben hocayla; sonra birlikte devam edelim.” dediğin an, tüm benliğimle seni reddetmek istesem de, açık vermeden bu işi halletmemin tek yolu sana yalan söylemekti:

 “Hoca iki öğrenciye birden özel ders vermiyormuş, sormuştum ben. Ne yaparsın işte, prensip meselesi. Zaten başka öğrenci alacak boş vakti de yokmuş. Konseri var ya hani orkestrayla, provalara falan gidiyor hep. Yani gidiyormuş, beni hiç götürmedi. Tolga hoca vardı ya hani, Pelin’in hocası; ondan ders alsana. Hem farklı parçalar öğrenip karşılaştırırız belki.”

       Eylül piyano derslerine başladı. Tolga hoca onun öğretmeniydi. Sadece piyano çalmayı öğreniyordu. Farklı bir şeyler olsa anlatırdı çünkü. Güzel şeyler yaşasa, hocası onunla güzel vakit geçirse, benim hocam gibi o da Eylül’ü klasik müziklerle dolu konserlere çağırsa, müzisyen arkadaşlarıyla tanıştırsa, hep beraber onu önemseyen cümleler kursalar söylerdi bana. Ben söylemiyordum ama. Çünkü Volkan hocayı istemesini istemiyordum. Eylül’ün bunu gizlemek için bir nedeni yoktu. Ben zaten ders alıyordum ve sırf bana anlattıklarından dolayı hocamı değiştirecek kadar gurursuz olamazdım. Bazen aklıma geliyordu, kıskanmayayım diye mi anlatmıyor acaba, o da en az benim kadar eğleniyor mu acaba diye geçiriyordum aklımdan. Ama bunun pek bir önemi yoktu. Ben Volkan hocayı çok seviyordum ve Eylül’ün benden daha çok eğlenmesi beni asla üzmezdi. Başarılı bir şekilde piyano çalmayı öğreniyordum, hocamı çok seviyordum, şevkimi kıracak hiçbir etken yoktu ve bunun yanı sıra ders dışında da dersle ilgili aktivitelerimiz vardı ve çok güzeldi.

       Bir gün Eylül bana bir kozmetik katalogu gösterdi. Ruj sipariş edecekmiş, beraber sipariş edersek indirim oluyormuş. Ben de tüm renklere baktım ve aralarından beğendiğim tek ruju gösterdim. Tesadüfen onunla aynı ruju seçmişim. Tamam, bunu sipariş edelim falan dedik. Bir hafta içinde gelirmiş falan.
  Üç-dört gün geçtikten sonra, Eylül ve Irmak ile sinemaya gitmeye karar verdik. Önce bir yerde buluşup bir şeyler yiyecektik. Onlar geçip oturdukları cafeyi bana mesaj attılar, ben de yoldaydım. Otobüsten indiğimde cafe çaprazımda kalıyordu ama çimlere basmadan gitmem için labirent çizer gibi taş yollardan geçiyordum. Onları gördüm: cafenin bahçesinde oturuyorlardı. Ve o da ne! Volkan hoca da ayaküstü onlarla konuşuyordu.
       Ben Volkan hocayı Irmak sayesinde tanımıştım. Onun yakın bir arkadaşı ondan ders alıyormuş, bana o şekilde numarasını vermişti falan. Belli ki herkes benim gibi değil. Irmak’ın yakın arkadaşı, Volkan hocayı Irmak ile tanıştırmış demek ki. Ama bu Irmak’ın yakın arkadaşının benden daha insaflı olduğu anlamına gelmez ki. Eylül’ün o kadar da yakın arkadaşım olmadığı anlamına gelir belki de?
        Bir tane ağacın arkasına saklanmış, onları izliyordum. Kalbim sıkışmıştı. Eylül zorla gülüyordu, bilirim o mimikleri. Yalanım ortaya çıktı diye ödüm kopuyordu. Çıktıysa ne söyleyecektim? Nasıl açıklayacaktım? Ya hocama bu aptallığımı söylerse! Hocam dürüst davranmaktan bile aciz, bu ezik, bu çakma entel öğrenciyi bir daha dersinde görmek istemezse! Hocam “Neden arkadaşına benimle ilgili yalan söyledin Fazilet?” diye düzgün, güzel bir Türkçe ile ciddi bir soru sorduğunda ne cevap verecektim! Yeni bir yalan mı?
“Hocam o kız öyle bir hevesle size zaman ayırtır, sonra derslere gelmez, ders ücretini de erteletir erteletir, en sonunda vermez.” mi?
“Hocam o kızın abisi, babası mafya üyesi. Belinde silahla gezen tehlikeli, bir o kadar da saçma sapan insanlar. Atıyorum kız gitse dese ki ‘Baba bu hoca öğretemiyor.’ ; ertesi gün adamlarını gönderip dövdürtür sizi. Kız da pek aklı başında biri değil, sizinle ilgili her çeşit şeyi söyleyebilir o yüzden hocam.” mı?
“Hocam bu kız paranoyak. Sınıf arkadaşımdı oradan biliyorum. Kaç tane hocayı ‘sapık’ iddiasıyla müdüre şikayet etti, yetmedi polise şikayet etti. Hoca eğilip kızın defterinde çözerek bir soru anlatırdı, yok gömleğimden içeri baktı bilmem ne diye kaç kere ailesini çağırdı okula. Maazallah kızın parmaklarını tutup ‘şöyle basacaksın’ diye gösterirseniz ne aile kalır ne polis kalır ne jandarma kalır sizin eve gelmeyen. ‘Baş başa kalınca elimi tuttu’ diye yazar da yazar senaryoları. O yüzden hocam.” mı?
       Kafamda bu kadar soru işareti varken ve bu tedirginlik beni kusacak gibi yaparken onların yanına gidemezdim. Volkan hocanın yanlarından ayrılmasını bekledim. Neyse ki yan masamızda oturmaya devam etmeyecekti; birkaç arkadaşıyla gelmişti ve çıkmak üzereyken ayaküstü konuşuyordu. Zira arkadaşları da cafenin dışında onu bekliyorlardı. Çok sürmedi o da arkadaşlarımla vedalaştı: o tokalaşmadan, sadece el sallayarak kendine özgü ‘hoşça kal’ ı ile. Temassız merhabalaşması, konuşması ve vedalaşması onu kafamda daha da ulaşılmaz yapıyordu. Dokunulmazlığı olan, dünya çapında ünlü biri gibi geliyordu bana.
       Hocam arabasına binip gittikten sonra fark ettim ki; Eylül’e ne diyeceğimi hiç düşünmemiştim. O kadar ki etin derdindeydim ama arkadaşımın canı yanmış olabilirdi. Kalbi mi kırılmıştı, bana kızgın mıydı yoksa konuştuklarının benim düşündüklerimle hiç alakası yok muydu kestiremiyordum. Eylül zorla gülüyordu ama…
       Ağaçtaki kertenkelenin pat diye yere düşmesiyle irkildim ve yanlarına gittim. Hal hatır muhabbeti açıldı, Eylül içten değildi. Durumu fark edince benim de enerjim düştü ve sıkça konuşamaz hale geldim. Neyse ki Irmak’ın konuşkan bir günüydü de açığımızı kapattı. Film boyunca aklıma geldi durdu: Eylül neden yalan söylediğimi sorarsa ne söyleyecektim? Yeni bir yalan mı?
  “Hoca bildiğin gibi değil. Az biraz sapık. Ben de derslerde mutlu olmadığımı söylemek zoruma gittiği için seni farklı şekilde başka hocalara yönlendirmek istedim.” mi?
  “Hocada biraz dolandırıcı potansiyeli var, yani önlemini almazsan. Mesela üç aylık ders ücretini peşin alıyor, sonra yok işim çıktı, yok bebek hastalandı falan diye erteliyor da erteliyor dersleri. Sen öyle şeylerle uğraşma diye düzgün bir hoca önerdim sana.” mı?
   “Hoca iyi öğretemiyor; daha doğrusu öğretmiyor. Fazladan para kazanmak için dersleri ağırdan alıyor. Tek derste öğrenebileceğim konuları iki derste anlatıyor mesela. Amacı gerçekten de öğretmek olan hocalardan ders al diye farklı hocalar önerdim sana.” mı?
       Ne! Ne! Neden yalan söyledin Fazilet! O derece mi uyumlu gözüktüler gözüne? Dünyadaki en bomba öğretmen-öğrenci çifti onlar mı olacaktı ve bir araya geldiklerinde anında seni silip atacaklar mıydı! O kadar mı pasiftin ve o kadar mı geçiciydin hocanın gözünde? Hiçbir iz, bir etki bırakmamış mıydın? Hocanın “Fazilet’in piyano çalarken şöyle yapışını çok beğeniyorum.” dediği en ufak bir özelliğin yok muydu? Kendine has bir tarzın veya piyano çalarken seni özel kılan bir şey… Hocanın en çok senden dinlemeyi sevdiği bir parça da mı yok? Mini Mini Bir Kuş’u bile Eylül daha mı duygulu çalacaktı senden ya!
      
       İşin içinden çıkamıyordum. Dürüst davranmanın zor geldiği bir durumda, yalan söyledikten sonra dürüst davranmak bin kat daha zor geliyordu haliyle. Film çıkışında “Konuşabilir miyiz biraz Eylül?” diyerek bir yerde oturup sakince açıklamaya karar verdim. Film bitsin diye deli oluyordum. Cesaretimi toplamışken bir an önce tüm duygu yoğunluğumla durumu açıklamalıydım. Benden önce davranıp bana hesap sorarak beni affedemeyecek gibi çıkışlar yapacak olursa yalan söylerdim. Baktım sakince dinliyor; o zaman açıklardım.

       Nihayet film bitti. Salondan çıkmamızla Eylül’ün telefonla konuşması bir oldu. “Tamam, geliyorum.” türünden laflar etti; kuzenlerinin onlara misafirliğe geldiğini söyledi, filmle ilgili birkaç espri yaptık, vedalaştık ve ayrıldık. Her şey normaldi; o halde bu konuyu açmanın bir anlamı yoktu. Zaten ben onun piyano dersi almasını engellememiştim ki; sadece hocamı paylaşmak istememiştim. Rahatlamış bir şekilde eve döndüm.
      
       Bir gün ruj sipariş ettiğimizi hatırladım. Eylül’ü gördüğüm ilk gün sordum:
“Ruj sipariş etmiştik ya hani; o gelmedi mi?”
“Hayır.” dedi, “O kampanya bitmiş, ürün de kaldırılmış. Yeni ürün katalogu var, oradan baksana.  Daha güzel renkler var hem.”
“Peki.” dedim ama yeni kataloga bakmadım.
  Aradan birkaç gün geçti, kalabalık bir grup olarak yemeğe çıktık. Eylül bir ara masadan kalktı, lavaboya gitti. Çok geçmeden ben de gittim. Lavaboya girdiğimde, Eylül makyajını tazeliyordu. Elinde tuttuğu ruju, tüm avuç içiyle kavrayarak dudağına sürmeye başladı. Hala ruju kısmen de olsa görebileceğim bir açı vardı, o yüzden Eylül’ün solundaki lavaboya geçerek elimi yıkama bahanesiyle çaktırmadan ruja baktım. Bu bizim sipariş ettiğimiz rujdu. Fark ettiğimi çaktırmadan arkamı dönüp tuvalete girdim.

       Bu nasıl bir intikam şekliydi? Piyano dersinde geçirdiğim, onunla paylaşmaya kıyamadığım o mutlu günlerimi bir rujla denk mi tutuyordu? Bir çeşit protesto muydu bu? ‘Artık benden en ufak bir yardım bile bekleme.’ anlamına mı geliyordu? ‘Nasıl bir duyguymuş hiç ummadığın bir konuda sana yalan söylenmesi?’ mi demek istiyordu? ‘Ben o kadar büyük bir yalanının hesabını sormadım; sen bu ufacık yalanın hesabını soracak mısın bakalım?’ testi miydi bu? Ruju bilerek mi bana gösterdi, bilerek mi bir yanını görebileceğim şekilde açık bıraktı, bilerek mi o akşam sürdü,… sorular, sorular. Neden bana rujla ilgili yalan söylediğini sorduğumda gelecek cevaptan korkuyordum. Eğer sebebi piyano dersi ise –ki muhtemelen öyle- yüzde doksan ihtimalle soruma soruyla karşılık verecekti. Sonuç itibariyle ben, bana sorulmasından korktuğum soruyu, kendi sorumla sordurtacaktım. Sıçıp sıvamanın alemi yoktu. Güzel bir akşamda susup oturmak en iyisiydi. Tuvalette bu konuyu hallettikten sonra masaya geri döndüm.

       Gece başımı yastığa koyduğumda, aklıma Eylül düştü. “Düşmesen şaşardım!” dedim kızgınlıkla. “Bir kere olsun;” dedim, “bir kere olsun, gün içinde yolunda gitmeyen bir şey olsa bile gece uyuyabileyim! Bir kere olsun! Bir kez olsun aklıma düşmeyiversin! Takmayayım kafama! Bu kez ben de uyuyayım, tıpkı onun da şu an yaptığı gibi. Pijamamın yakasından tutup: ‘Beni düşün! Beni düşün!’ diye beni sarsan kollarından tutup atayım odamın penceresinden aşağı! Bir kez olsun!”
Ama yok. Uyutmayacaktı yine. Çünkü bu doğru değildi. Bir hata yapmıştım, özür dilemem gerektiği yerde yüzsüzlüğe vurmuştum, alttan alışını fırsat bilip suiistimal etmiştim, aynı hatanın çok küçük bir versiyonuyla bana karşılık vermişti, ben de onu anlamazlıktan gelmiştim. Her şey yolundaymış gibi yapıyorduk halbuki konuşarak her şeyi yoluna sokabilirdik. Daha kötü bir hal de alabilirdi ama sözde arkadaşlıktan iyiydi muhtemelen. Çünkü bu şekilde es geçilen kırgınlıklar, sıkça karşılaştığımız birine karşıysa, bir yerde patlak verebilirdi.

       Ne yapmalıydım? Direk gidip rujun hesabını sormayacaktım. Hayır, bunu o kadar ciddi bir mesele haline getirmeyecektim. Volkan hocamla ilgili ona yalan söylediğim için direk özür dilemeyecektim. Çünkü sanki Tolga hocadan ders aldığı için ona acıyormuşum da, onu çok büyük bir zevkten mahrum etmişim gibi davranmayacaktım. Öyleyse ne yapmalıydım? Volkan hocadan konu açamazdım; çünkü onları konuşurken görmemiştim (!). Rujdan konu açmam icap ediyordu. Ama nasıl? O ruju tekrar soramazdım, ürünün kaldırıldığını söylemişti. Peki ya bunun yalan olduğunu kanıtlarsam? Ama onun yalan söylediğini değil, ona yalan söylediklerini varsayarak rujun üretimden kaldırılmadığını söylersem? O halde ilk olarak o ruju ele geçirmem gerekiyordu. Aynı ürünün satışına yardım eden başka bir arkadaşım daha vardı. Uyuyup uyandıktan sonra ruju ona sipariş edecektim ve ruj geldikten sonra Eylül ile konunun konuyu açacağı muhabbeti yapabilecektim.

       Sabah uyandım. İlk işim kozmetik satıcısı arkadaşıma mesaj çekmek oldu. Buluştuk, ruju sipariş ettim ve iki gün sonra geleceğini söyledi. İki gün sonra ruj geldi. Üçüncü gün, Eylül ile buluşmak için bahane bulmam gerekiyordu. Irmak geldi aklıma.
       Irmak, arkadaşlarını evine davet etmeyi çok seven biriydi. ‘Bize gel Fazilet, bizde kal Fazilet’ muhabbeti her buluşmamızın sonunda yapılırdı. Yakın zamanda evlerini boyattıklarını söylemişti ve ben görmemiştim. Öylesine aramış gibi yapıp, konu konuyu açıp, duvar boyasına gelip çatıp, ‘Aaaaa ben daha görmedim ya!’ tepkim ile saniye geçmeden ‘Bize gel Fazilet, bizde kal Fazilet’ muhabbeti ile planım iş yapmış olacaktı. Aynen böyle oldu. Konu konuyu açıp, Eylül’e gelip çatıp, ‘Eylül de gelsin, Eylül de kalsın’ muhabbeti ile de planım tamamlanmıştı.

       Irmak ve Eylül ile çok güzel bir gece geçirdik. Pijama partisi gibi bir şey oldu. Bütün gece geyik yaptık. Eskiden yaşayıp da çok güldüğümüz ama zamanla unuttuğumuz şeyleri hatırladık, tekrar güldük. Her şey o kadar yolundaydı ki, o akşam o ruju Eylül’ün elinde görmesem, Volkan hocayla hiç de zannettiğim gibi konuşmadıklarını düşünürdüm. Makyaj malzemelerinden gece boyu defalarca konu açıldı. Ama kiminde cesaret edemedim kiminde gerek duymadım ve tüm fırsatları kaçırdım. Gözlerimiz kıpkırmızı olana kadar oturduk ve geç bir saatte uyuduk.
       Sabah uyandım. Eylül banyodaydı, Irmak uyuyordu. Ben üzerimi giyinip saçımı yapana kadar Eylül de banyodan çıkıp giyinmişti. Sıra makyaj yapmaya gelmişti. Bir yandan çantamı karıştırıyor gibi yaparken bir yandan da Eylül’ün makyaj yapışını takip ediyordum. Eylül her şeyini tamamlayıp sıra ruja geldiğinde, makyaj çantasındaki ruju avuç içiyle kavrayarak tam çıkardı ki:

“Eylül! Bizi çok pis keklemişler kızım! Bak bende ne var, haha! Üretimden kaldırıldı bilmem ne demişlerdi ama buldum bak. Sana da alacaktım da yeni kataloga bakmışsındır da oradan beğenmişsindir diye emin olamadım. Zaten üretimden kaldırıldığı falan yok, şimdi iste şimdi alırız.” diyerek çantamdan çıkardığım ruju gösterdim.
   Eylül, normal bir yüz ifadesiyle:

“Biliyorum. Bende de var.” dedi.

       Kanım çekilmişti. Soğukkanlılıkla rencide edişler her zaman ürkütmüştür beni. Ne demeliydim ki? Artık köşeye sıkışmıştım zaten. Bunu da göz göre göre kendim yapmıştım. Bu lafın ardından bir şeyler sormam gerekiyordu elbette. Daha fazla salağı oynayamazdım. Düştüğüm çelişkiyi fark etmemesi için, fazla zaman geçmeden şaşırarak sormam gerekiyordu:

“Sende de mi var? Niye bana söylemedin ki? Ben de istiyordum bundan.”

‘Artık sana bunu söylemenin vakti geldi.’ edasıyla; kısa bir nefes vererek:

“Belki de seninle aynı ruju kullanmak istemediğim içindir.” dedi.

Düşündüğüm şeyi, düşündüğüm şekilde ifade ediyordu. Ama cevapların ucunu o kadar açık bırakıyordu ki, soru sormadan konuyu kapatmamı imkansız kılıyordu. Soruların gidişatı onun istediği şekilde ilerliyordu fakat başka çıkış yolum yoktu:

“Öyleyse neden en başından söylemedin? Aynı ruju kullanmak istemediğini söyleseydin, ya başka bir renk sipariş ederdim ya da hiç sipariş etmezdim.”

“Bilmem.” dedi, “O an bunu söylemek çok zor geldi. Hem sen olsan, ‘Seninle aynı şeyi yapmak, aynı ruju kullanmak istemiyorum.’ der miydin bana?”

“Haklısın.” dedim. “O anki ruh halime göre değişirdi. Belki rujun üretimden kaldırıldığına dair bir yalan uydururdum. Ama belki de dürüst davranıp ruju almanı neden istemediğimi açıklardım o an. Eğer açıklayabilecek olsaydım, seninle aynı ruju kullanmak istemeyişimin sebebinin, seninle aynı şeyi yapmak istememem olmadığını açıklardım önce. Aynı ruju kullanmak istemiyorsam seninle, sadece o rujun sana benden daha fazla yakışmasından korktuğum için olduğunu açıklardım. Eğer sana benden daha fazla yakışırsa, her aynaya bakışımda bununla yüzleşmek zorunda kalacağım için istemediğimi açıklardım. Eğer o ruj bana yakıştıysa, sadece bana yakıştığıyla kalsın istediğimi açıklardım. Bilirsin işte, o ruj için özel olmak istediğimi açıklardım. O rujun tek yakışanı, tek sahibi olmak istediğimi; çünkü ilk defa bir rujun beni bu kadar özel ve farklı hissettirdiğini açıklardım.
     Robinson Cruose’u okumuştun değil mi Eylül? Hani orada Robinson önce adada bir tane kedi bulunca çok seviniyordu. Çünkü ondan başka tek canlı o kediydi. Çok özeldi onun için. Yemeğinin yarısını paylaşıyordu onunla. Çocuğuna bakar gibi bakıyordu kediye. Belki de adada kediyle bir gelecek düşünüyordu. Kediyi eğitip, işlerinin bir kısmını ona yaptırarak kendi işlerini kolaylaştıracak; karşılığında da kediyi güzel güzel yemeklerle mutlu edecekti. Ama sonra ikinci kedi geldi. Sevgisi ikiye bölündü. Verdiği yemek ise, yine kendi yemeğinin yarısıydı fakat bu kez iki kedi paylaşıyordu o yemeğin yarısını. Robinson’un sevgisini de, ilgisini de yarı yarıya paylaşıyorlardı. Zamanla bu iki kedi çiftleştiler, bir sürü çocukları oldu. Sonra bunlar o kadar çoğaldılar ki, Robinson artık yürürken yoluna çıkan kedileri böcek gibi ezmeye başladı. Sahip olduğu günlük yemekler de tüm kedileri doyurmaya yetmiyordu.
     Eğer bana yakışan o ruju sen de alırsan, benim için ilerde bir böcek gibi ezilmeme neden olacak olan ikinci kedi olacağını açıklardım. Ama bunları söyleyebilecek cesareti kendimde bulamayıp da yalan söylersem, sonradan açıklamak da benim için çok daha zor olurdu. Yalan söylediğimi fark ettiğin zaman da, içimden sadece beni anlamanı bekler, affetmeni isterdim.”

       Eylül, sadece bana gülümsemekle yetindi ve affettiğini gösteren bir sağ göz kırpmasıyla konuyu kapattı. O günden sonra, ona her zaman dürüst davranmaya karar verdiğim, en iyi arkadaşlarımdan biri oldu. Irmak’a sonsuz teşekkürlerimizi sunan bir not bırakarak okula gitmek için evden çıktık. Apartman boşluğunda Eylül, elini omzuma attı:

   “Her şeyi geçtim de, Robinson Cruose’tan onu nasıl çıkardın?”

Kahkahalar eşliğinde merdivenlerden indik ve bir daha bu konuyu hiç açmadık.
Ve Mini Mini Bir Kuş’u benden daha güzel çalıyordu.

 FAZİLET AYDIN
 20/10/2011