mavi ışık kazanı

  

* Lisedeyken edebiyat öğretmenimiz bir olayı sıkça paylaşırdı bizimle:
Neyzen Tevfik eve giderken bir adamı durdurup sormuş: “Neyzen Tevfik’in evi nerede?”
Adam cevap vermiş: “Ama Neyzen Tevfik sizsiniz?” Neyzen Tevfik bunun üzerine şöyle demiş: “Ben sana ‘Neyzen Tevfik kim?’ diye sormadım, Neyzen Tevfik’in evini sordum.”
Bu hoca bize her zaman sadece sorulan sorulara cevap verilmesi gerektiğinin önemini hatırlatırdı. Sonrasında ne zaman yazılılarımızı kontrol etse, biz merakla sonuçları beklediğimiz zaman, notları açıklamadan önce şunu söylerdi: “Ben Neyzen Tevfik’in evini sormuşum, kimisi Neyzen Tevfik’in kim olduğunu yazmış.”
Dün ilk defa alkolün dibini boyladıkları bir mekana girdim. Aslında ilk defa dibini boylayan kişilerle aynı masada oturdum. Edebiyatçılarla içenler arasında  bu hikayede ufak bir farklılık sezdim:
“ Lan bi gün Neyzen Tevfik acaip sarhoş olmuş, evin yolunu bulamıyo tamam mı. Yoldan bi adamı çevirip sormuş: “Neyzen Tevfik’in evi nerede?” Adam demiş: “O sizsiniz?” Neyzen Tevfik de: “Ulan onu biliyorum dangalak ben evini sordum.” demiş ppuhahahahaha…..”
Hangisi doğru bilemedim. Ama ikincisi daha olabilir gibi geldi. Yani mesela düşünecek olursak, Neyzen Tevfik durduk yere yoldan geçen bir adama niye sorulan soruya cevap vermenin önemini anlatmak için böyle bir şey yapsın ki? Yani neden o adam? Mesela o adam gerçekten de sorulan sorulara cevap vermeyi önemseyen biriyse ve Neyzen Tevfik’in evini tarif etse, Neyzen Tevfik ne yapacaktı? Rezil olurdu ki. Böyle bir risk almış olsun? Sanmam. Kafası iyidir o an. Eğer birinci hikaye doğruysa, büyük adam vesselam.

* Hani böyle iki samimi arkadaş küser. Sonra birinin başına güzel bir şey gelir. Efendime söyleyim diğeri haberdar olur. Kıskanacak mı acaba diye dönüp o diğerine bakan insan topluluğuna kıl olduğum kadar bir insana daha kıl olmam. Ne bekliyordun haspam? Küs onlar küs. Yani biri çamura düşse öteki üstünden geçer. Birinin kızkardeşine Nuri Alço dadansa öteki otel parasını cebinden karşılar. Eski samimi ama şimdi kanlı bıçaklı arkadaşı adına sevinecek miydi kurban olduğum? Hayır onlara da ayrı bir üzülürüm. Arkadaşının adına sevinmek neymiş olm? Bir şey olduğunda niye salak gibi arkadaşına seviniyorsun ki? Önce bir sor bakalım bende niye yok. İç hesaplaşma filan? Ah şeytani duygular. Severim.

* İzmir ne güzel yermiş. Yalnız hayatımda “aktarma” lafını en sık duyduğum ve kullandığım dönem oldu İzmir’deki birkaç gün. İzmir’in hayatı aktarma. Onu geçtim, bindiğim neredeyse bütün otobüslerde hayvan kadar “ESHOT” yazıyor, fakat ESHOT’un açılımını bilen tek bir İzmirliyle veya orada okuyan öğrenciyle karşılaşmadım. Kime sorduysam da güzel soru olduğunu, bunun ona ders olduğunu, eve gidince bakıp öğreneceğini söyledi. Aslında o kadar da önemli olmadığı halde, baktın bilmeyen insan çoğunlukta; bir yerden sonra pisliğine sormaya başlıyorsun. Merak bile etmiyorsun artık aslında. Biri sorsa “Haa. Tamam.” Deyip geçeceksin. Ama kimse bilmiyor işte. Pislik değil mi? Otobüste yanında oturana daya soruyu. Ah şeytani duygular. Severim.

* Bu sabah erkenden evden çıktım. Uzun bir yürüyüşün sonunda boş bir park gördüm. Bitişiğinde de spor aletleri vardı. Birkaç amca ve teyze spor yapıyordu. Gölgedeki boş salıncağa oturdum. Sallanmaya başladım. Biraz hızlandım. Hemen çocukluğum aklıma geldi. Bazı salıncaklar vardı, hiç sevmezdim. Hangi parkta hangi salıncağın o pislik salıncak çıkacağı belli olmazdı. Başta yavaş yavaş sallanırken güzel gider, hızlanınca çapraz gitmeye başlardı şerefsiz. Hızlandıkça daha da çapraz giderdi. Yamuk yumuk sallanırdım ve yüzümde mutsuz bir ifade olurdu. Sonra ayaklarımı yere sürtüp yavaşlatır; çok binesim varsa yavaş devam eder, pek binesim yoksa da hiç uğraşmaz inerdim. Baktım bu o şerefsiz. “Allahım” dedim: “her şeyde beni mutsuz edecek bir kıymık buluyorsun.” Sonra salıncaktan inmedim. Bu yaşa geldim diye düşündüm. Bu salıncağın sorunu ne olabilirdi?  Baktım tepesine. Yamuk sallanıyorsa, muhtemelen en tepedeki vida bunu o yöne ittiği içindir. Ben de tepedeki sağa bakan vidayı karşıya çevirdim. Hakkaten de düzeldi. Başladım sallanmaya. Hızlandım, hızlandım. Sonra yavaşladım falan. Sonra sağımdaki salıncağa spor yapan teyzelerden biri geldi oturdu. “Biz de biraz çocukluğumuzu yaşayalım, küçükken yaşayamadık.” dedi. Gülümsedim, teyzeye eşlik ettim, aynı anda sallanmaya başladık. Aradan bir dakika bile geçmeden salıncağı yavaşlattı ve indi. “Benden bu kadar.” dedi. O an anladım ki teyzenin başı dönmüştü. Anlaşılan küçüklüğünde isteyip de yapılamayan bazı şeyler, büyüyünce imkanın varsa da yapılamıyor. O an salıncağın zincirlerini sımsıkı tuttum. Ve bacaklarım ağırıncaya kadar sallandım. En azından bir çocuk oyunu için hayata geç kalmamıştım.
FAZİLET AYDIN
22/05/2011

mavi ışık kazanı



* BİM'deki kasiyer adamın, taşınacağımı söylediğimde ne kadar üzüldüğünü görünce farkettim ne kadar çok çikolata tükettiğimi. Keşke başka yerden koli isteseymişim.
* "Fazilet! Sen onlara elleme ha! Ben hallederim." diyerek bulaşıkları hatırlatır babaannem.
* Restorana gidip bir şey sipariş edince zartadanak gelmesi hoşuma gitmiyor bazen. Genelde tercihimdir ama bazen sevmiyorum işte. Sanki ben hep orada oturmak istiyormuşum da, onlar da: "Al işte yemeğin. Ama bunu yedikten sonra kalkıcaksın tamam mı!" demiş gibi oluyor. Alınıyorum lan. Getirmesinler öyle hemen. Bir gün bir garsona içimi dökücem. O yemek bedavaya gelmezse noliym.
* Hani olur ya, televizyonda adamın biri böyle rezil olur, gülmekten aklın gider; iki gün sonra sen aynı duruma düşersin: "Aslında herkesin başına gelebilirmiş." olur; ne b.ktan durummuş arkadaş!
   Dizilerde falan görürdüm böyle, adam "Doktorum." deyince herkes şikayetini anlatırdı, havuz başında olduklarını umursamadan. Gülme efektleri gırla giderdi. Geçen gün yolculuktayken yanımdaki kadın "Eşim doktor." dedi, ben derdimi anlattım. Eşim doktor dedi, eşim. Adama oha derler. Bırak ya.
* İki dudak arası salya sünmesi kadar iğrenç bir durum varsa o da iki diş arası salya sünmesidir. Her iki durumda da konuşmayın. O durumda konuşan adamın hayatta hiçbir yerde şansı yok. Ne iş başvurusunda, ne ilişkide, ne kariyerde. Aile sevgisi desen o da nanay. Annen bile tiksinir, demedi deme.
* Rezillemek diye bir kelime gerçekten var zannediyordum ben. Rezil etmek anlamına gelen. Meğersem yokmuş. Uydurmaymış. İki sene boyunca kullandım ben o kelimeyi. Yazıklar olsun. Meriç cancağızım: "O ne ya? Turşu yapmak gibi bişey mi?" diye dalga geçmese, ne zaman ayıkacaktım.
* Bir tane şarkı vardı, içinde mıncıklama gibi kelimeler geçiyordu. Çok pis psikolojimi bozdu o şarkı. Yıllar önce bir - iki kez duydum ama hâlâ bazen aklıma gelince bütün insanlığı saçma buluyorum. Bilinçaltımda kapladığı yerden rahatsızım. Belki mıncık haricinde bir kelime olsa böyle olmayacaktı. Bilmiyorum çok mutsuzum.
* "Altı üstü öğrencisin!" denilerek lüks çantalar mağazasından kovulduğumdan beri özgüvenim törpülenmişti. Ama ne zaman ki pazara gittim, "öğrencisin" denilerek indirim yapıldı, fazladan sebze - meyve verildi; özgüvenim tavan yaptı. Yurdum insanı işte. Aslında mantıklı olan, zenginlerin indirim yapması ama elinde avucunda olmayan esnaf bey amca öyle düşünmüyor. Mantıklarına değil, kalplerine uyanı yapıyorlar. Can - ciğerdir, omuzlarda taşınası yurdum insanı.

 FAZİLET AYDIN
31/03/2011

mavi ışık kazanı

 

Birşey oldu. Ne olduğunu bilmiyorum ama birşey oldu. Adını koyamıyorum şu an. Emrivaki mi, dediğim dediklik mi, ikna gücü mü? Birşeye kurban gittim ama... Birşey oldu.
Esra'nın arkadaşının evine davetliydim. İyi çocuktur Mehmetcan. Sağolsun çağırmış beni. Mangal yapacaklarmış falan. İki tane de ev arkadaşı var Mehmetcan'ın. Biri Umut, onunla tanışmıştık. Diğerini ise hiç görmedim : Sercan.
Sercan hakkında birsürü şey duymuştum Esra'dan. Zaman zaman anlatırdı birşeyler. Hepsi zihnimde yavaş yavaş biraraya gelmiş, sanki bir yap-bozun parçalarının birleşmesi gibi birleşmiş, kafamda bir Sercan oluşmuştu hemen hemen.
Mesela bir gün: " Sercan böyle iri yarıdır, oturduğu yerden kalkmaz. Emir verir gibi konuşur herkesle. 'Sen şunu yap, sen bunu yap,...'  Umut da saf, yapar her dediğini. Ama Mehmetcan'a öyle pek ses çıkarmaz. Bazen bana öyle yapmaya kalkar, hemen ağzının payını veririm.  'Şunu getir.' der mesela, 'Getirir misin demek istedin herhalde!' derim. Geçen gün Ali'yle mutfakta bunu konuşuyorduk, 'ne biçim konuşuyo be öyle' diye şikayetleniyorduk. Sonra bunlar okey masasındayken Sercan Umut'a: 'Sen çay koy.' dedi. Tam Ali odaya adım attı: 'Sen de kağıt-kalem getir.' dedi. Ali böyle bakakaldı, 'hık' bile demeden gitti getirdi çok güldüm ya ahhahaha..." demişti Esra.
Bir gün de 101 oynuyoruz. Ben perlerimi açtım. Perlerimden birinde okey vardı, başka biri okeyi alıp, yerine olması gereken taşı koyunca, kız bana 101 yazdı. 'Öyle olmaz, yazılmaz' falan dediysem de dinletemedim. Sonra Esra dedi ki: "Fazilet, Sercan da öyle dedi. Bak ben de senin gibi zannediyordum ama Sercan 'Siz yanlış oynuyorsunuz ya, bu böyle böyle oynanır.' dedi. Meğer doğrusu buymuş."
Esra'nın böyle birşeyi çabucak nasıl kabul ettiğine inanamadım. Esra dediğim dediktir ve Esra'yla kaç kez 101 oynamışlığımız var değişik arkadaşlarla. Bir kişinin lafıyla nasıl kabul eder!
Böyle böyle kafamda kabataslak bir Sercan vardı. Böyle şişko, üşengeç, yerinden kalkıp da birşeyi getirmesi birsürü zaman alacağı için başkalarına yaptırıyor; diğerleri de durumun farkında olduklarından ses çıkarmıyorlar. Ama Sercan öyle kendini acındırır gibi 'Şunu getirir, şunu götürür müsün?' demeyi kendine yediremediği için emir kipiyle konuşuyor. Zaten eve yeni çıkmışlar, diğerleri de ses çıkarmıyor gereksiz yere gerginlik olmasın diye. Öyle pek umursadıkları yok da alttan alıyorlar işte.
Akşam Esra'yla yola çıktık. Eve yaklaştığımızda Esra: "Mangaldan sonra 101 de yaparız. Çok şamata ya ahhahaha..."
O an  birşeyler oldu bende. Sağ elimde kılıç, sol elimde zırh, kafamda çelik kask,, üzerimde ejderha armalı şövalye kıyafeti beliriverdi. Bu savaşı ben kazanacaktım. Çünkü 101, benim bildiğim gibi oynanırdı. O yanılıyordu.
Eve geldik, kapıyı Mehmetcan açtı. Ağzı kulaklarında "Hoşgeldiniz" dedi. Yazık, severim Mehmetcan'ı ya. Neyse sonra Umut'u gördüm. 'Gelmen için illa mangal mı lazımdı' falan şakalaştık; Sercan ortada yok. Mutfağa doğru ilerledim. Esra önüm sıra yürüyordu. Önce ellerini gördüm Sercan'ın. Şişleri falan hazırlıyordu. Esra sağa doğru tezgaha çekilip, ben mutfağa girdiğimde artık karşımdaydı. Upuzun boylu, omuzları geniş, vücudu yapılı, dağ gibi Sercan.
Şişko, sivilceli, gözlüklü, paspal hayali Sercan, kafamın biraz üzerinde bir bulut içinde belirip, tuzla buz olmuştu. Zırhım, kılıcım, kaskım yere düştü. Üzerimde kirli kahverengi, bol bir köle kıyafeti vardı. Ben, şövalyelerin botlarını temizleyip, zırhlarını parlatan bir ucubeydim sadece. Hele ki sesi... O kadar 'hükmedici'ydi ki...
Bütün senaryo kafamda yeniden canlandı. "İri yarı" demişti Esra. Şişko değil; uzun ve yapılı demekmiş o!
"Umut da saf. Yapar her dediğini." Saf mı! Saçmalık be! Korkusundan yapıyordur lan şuna baksana! Döver lan bu!
Ali'nin de önce mutfakta çekiştirip sonra neden 'hık' demeden kağıt-kalem getirdiği şimdi anlaşıldı!
Esra'nın isimlerimizden ibaret tanıştırmasıyla, Sercan'ın "Memnun oldum." deyip işine dönmesi bir oldu. Elimde olmadan, Sercan'dan rahatsız olmaya çok müsaittim artık. Sürekli Esra'nın dediklerini doğrulayacak açıklar arıyordum. Bir ara Esra'ya dedi ki: "Sen onu hallet, ben mangalın başındayım."
"Aha!" dedim içimden. "Ne demek 'sen onu hallet'! Zaten Esra tavukla ilgileniyor. Sen demesen de yaptığı şey bu!"
Sonra dikkatimi dağıtmaya çalıştım. "Mehmetcan iyi çocuk, ben tavuğu çok severim, Esra'yla mutfaktayız, hadi hadi başka şeyler düşün."
Uzun bir süre rahatlamıştım. Tabi yemek yerken Sercan'ın pek konuşmamasının payı bunda çok büyük. Bir ara Esra dedi ki: "Sercan, dünkü bulaşıklarını yıkamamışsın, ben yıkadım: Teşekkür edebilirsin."
"Teşekkürler." dedi Sercan, sırıttı. Eski Türk filmlerinde Tarkan'ın kurdunun babasını öldüren kötü kraldı resmen.
Sofra toplandı (yanlış hatırlamıyorsam Sercan'ın hiç bir yardımı olmadan), televizyon izliyoruz.
"Bakın ne buldum." dedi Sercan. Elinde, içinde tek şeker kalmış olan şeker kutumu sallıyordu. "Oooo hem de 1 tane kalmış." dedi.
"Senin olabilir." dedim.
"Sormicaktım zaten." dedi, attı ağzına.
Sesimi çıkarmamakla birlikte, komikçe bir şaka yapmışçasına da hafifçe güldüm. Aradan biraz zaman geçti,
"Hadi 101 çevirelim." dedi Sercan. Hemen ardından Umut'a okey takımını getirmesini emretti.
Bu kez sessizliğimi korumamakta kararlıydım.
Evine gelen misafire, evine gelen misafirmiş gibi nezaket göstermiyor olması, evine gelen misafir değilmiş gibi döveceği anlamına gelmezdi elbet.
Cesaretimi topladım, derin bir nefes aldım: "Tamam ama, senin bir kuralın varmış, ben 101'i öyle oynamam." dedim.
Güldü: "Neymiş o?" dedi.
Sırıtınca ben de yüz buldum, dayı dayı konuşuyorum:
"Şimdi ben açtım mesela masaya, perlerden birinde okey var. Sen taşı okeyin yerine koyup, okeyimi alırsan, bana 101 yazılmaz." dedim.
Polat Alemdar gibi başını bir kez eğip kaldırıp, aynı esnada gözlerini de kapatıp açarak, tok bir sesle: "Yazılır." dedi.
"Yazılmaz." dedim.
"Ben yazarım." dedi.
"Yazamazsın." dedim.
"Ben öyle oynamam." dedi.
"Oynamazsan oynama." dedim.
"Oynamıyorum o zaman." dedi.
Esra araya girdi: "Tamam o zaman Umut gel sen oyna. Bak Sercan hemen yerine birini buluyoruz ahahahahha..."
Ben ilk söylerkenki güldüğünde, zannetmiştim ki 'Tamam hadi senin dediğin gibi oynayalım.' diyerek aklınca babayiğitlik yapacak. Meğer "Sen ne diyeceksen söyle de, benim dediğim gibi oynanacak , onu da bil yani." sırıtışıymış.
Okey masası kuruldu;  Esra, Umut, Mehmetcan, ben oynayacaktık.
Sercan koltuktan kalkıp masanın başına oturdu: "Esra sen Mehmetcan'la birlikte oyna." dedi.
Ben salaklığımı korumaya devam ederek: 'Haaa... Baktı bizi 101 oynarken izleyemiyceeek; benim dediğim gibi oynamaya razı oldu işte.' diye düşündüm. Zira pek uzun sürmedi. Hemen kağıdı kalemi eline aldı: "Yazarım ha 101'i. Öyle olursa yazarım ha 101'i..." diye uyarılarda bulunmaya başladı.
Kimse sesini çıkarmadı. Bitmişti işte. Onun dediği gibi oynanacaktı. Her şey bir yana, sadece birşeyi merak ediyordum:
Lan 'ÇÜŞ' kelimesi niye var? Kullansanıza doya doya!
Dediğim gibi, hiçbirimiz ses çıkarmadık.
Ben, oyunun benim söylediğim şeklinin doğru olduğunu anlatmaya çalıştım.
"O kadar korkuyorsan okeyli per açma." dedi.
"Korktuğumdan değil. Sadece yanlış oynamak zoruma gidiyor." dedim.
"O kadar eminsin yani." diye alay etti ve oyuna başladık.
Yavaş oynadığımı belirten imalarda bulundu, taş çaldı, elime baktı hatta bir ara elden bittiğimi benden önce farkedip, elimi o açtı.
Tamam evet çok eğlendim. Hatta Sercan'a söylemedim ama mantıklı olan da onun dediği gibi oynamakmış. Öyle kafana göre okeyli perle açarsan önlemsizlik olur. Halbuki 101 önlem oyunu.
Saat geç oluyordu ama Sercan'ın Mehmetcan'a: "Senin batak bilgin pek yok." demesi üzerine Mehmetcan'ın hırs yapıp batak oynamak için diretmesiyle geceye devam ettik. Ben de dünden razıydım. Mehmetcan'ı çok severim ben.
Sercan her oyunda yenermiş meğer. Kendine güveni de çok.
Batak başladı. Bu kez hiçbir imaya maruz kalmamak için hızlı oynamaya özen gösterdim. Oyun ilerledikçe, "Bu kız bu oyunu biliyor." demeye başladı. Birkaç el üst üste söyleyince çok şaşırdım. Afalladım biraz: "Övüyo mu ki şimdi bu? Alay etmiyordur herhalde. Yooo yeniyorum. Tamam onun kadar yenmiyorum ama ikinci sıradayım şimdilik. Ciddi bu ciddi."
Bir ara öyle birşey oldu ki -bu en çok dikkatimi çekendir- böyle batak esnasında geyik falan yaparken Sercan: "Çerezi uzat." dedi ve ben çerezi uzatıp, kaldığım yerden devam ettim.
Birşeyler cuk diye oturdu yerine ama tam olarak ne olduğunu bilmiyorum. Öyle bir anda emir kipiyle konuştu ki, "Uzatır mısın demek istedin herhalde!" demek, beni 'ortamı geren' yapardı.
Asıl sorun, benim bunu takmamamdı. Kullandığı ilk emir kipinde, 'İşte bütün saygınlık gitti!' diye bozulmam gerekirdi.
Amacının emir vermek değil, sadece çerez uzatayım diiye gereksiz nezaket göstermek istemediğini mi düşündüm, 'Bir çerez için ağıt yakacak hali yok ya!' diye mi düşündüm, 'Sercan'ı az çok tanıdın. Senin üzerinde hakimiyet kurmak değil, arkandaki bir kâse çerezi istiyor. Dikkatsiz bir anına gelmiştir, 'uzat' diye kısa kesmiştir' diye mi düşündüm bilmiyorum.
Birşey oldu ama bilmiyorum.
Bildiğim şey, evden çıkarken şunu dediğim: "Bir gün bize de gelin. Çok eğlendim bugün, haha!"
FAZİLET AYDIN
08/12/2010

mavi ışık kazanı






* Üslup olayına somut bir örnek buldum, vermezsem ölürüm. Şimdi mesela kaygan bir zemine (cep telefonu ekranı mesela) tırtıklı bir şey yapışınca, kalem ucu gibi sivri birşeyle kazıyıp çıkarınca önce çok mutlu olursun. Çünkü o pütür pütür şeyden kurtulmuşsundur. Sonra bakarsın, kazıdığın yerde ince ucun izleri çıkmış çizgi çizgi, PİŞMAN OLURSUN. Ama mesela pamukla (pamuğa birşey sürerek de olabilir) silince sakin sakin halletmiş olursun, belki katur kutur kazımanın verdiği hazzı vermez ama temiz iştir, için rahattır, sonunda sen mutlu olursun. Oh!
Anafikir: Pamuk gibi ol.
* İnsanları dinlerken dalmak şu sıralar hat safhada bende. Biri bir şey anlatırken aklıma bir şey geliyor, beni alıp götürüyor, mal gibi bakıyorum anlatana. Dün 2. sınıftakilerle 3. sınıftakilerin beraber girdiği bir dersteydim. Ara verildi. 2. sınıftakilerden bir kız bana bir hocayla ilgili soru sordu: "Birşey oldu da hocayla aramızda, acaba bana taktı diye mi hoca beni bıraktı?" dedi, olayı anlatmaya başladı. Ben daldım. Arada duyduğum cümleler:
"......
Kız dedi 'Ben Kayseri'ye gidicem yer değişelim.'
......
Hocaya demiş ki 'Hocam Ayşe hasta.'
.......
Hoca geldi, ders anlattı, dersi bitirdi, bana konu anlattırmadı."


Ben sordum: "Ayşe Kayseri'ye mi gidecekmiş?"
"Ayşe benim." dedi, bir daha konuşmadık.


* Üç ayı aşkın bir süredir reddediliyorum. Şuraya gidelim mi? Hayır. Şunu yapalım mı? Hayır. Bunu alalım mı? Hayır. İkna yeteneğim zaten yoktu da üç aydan fazla bir süre boyunca hiçkimseyi hiçbirşeye ikna edememek yıldırıcı ve tuhaf. İlk ay baya zorlandım ama birkaç ay geçince alıştım. Alışmak da beni daha fazla reddedilmeye götürdü tabi. Çünkü cevabın 'Hayır' olduğunu bilerek sorduğunda, soruş tarzından kaybediyorsun bir kere. Şuraya gidelim mi? (Gitmiyceksin di mi? Biliyorum ki zaten. Öylesine sormuştum ben. Yoksa ben de istemiyorum. Hadi 'Hayır' de de ikimiz de kurtulalım.) Otomatik olarak 'Hayır' geliyor tabi.
Herneyse birkaç ay içinde alışmıştım ben. Ama üç ayın sonunda öyle bir şey oldu ki her şey başa döndü. Bütün o alışmışlığımı yitirdim. Reddedilmenin doruğunda bırakıldım resmen. Hem de nasıl olduğunu bile anlamadan.
Bir gün internetteyken bana bir mail geldi, gelir gelmez açtım. Bir arkadaşım beni profil bilgilerinde kızkardeşleri listesine koymuş. Sevdiğim bir arkadaşım olduğu için çok sevindim. Ama profiline baktığımda kızkardeşleri arasında yoktum. Defalarca girdim profiline, yoktum.
Afalladım lan artık. Durduk yere kardeşimi kaybettiğime mi yanayım, hiç aklımda bile yokken, ben teklif etmemişken böyle bir şeyden reddedildiğime mi yanayım, oturduğum yerde kardeşlikten men edildiğime mi yanayım yoksa... Ya bir de şunu merak ediyorum ben. Beni kardeşi yapmasıyla vazgeçmesi arasındaki o on saniyede aklına ne geldi? Ne oldu da böyle mosmor oldum? Neyse ya. İyi ki referandumu herkese ben teklif etmiyorum, haha!
* Hani asık suratlı olup da karizmatik olanlar var ya, aslında onlar gülünce de güzel. Asık suratlı olmak, ciddi durmak bir insana yakışabilir ama bu her zaman suratını asmasını gerektirmez. Sürekli surat asmak insanı sürekli karizmatik yapmaz; boğucu yapar. Sıkılırsın artık onun yanında. O kadar da güzel gözükmez gözüne. 'Ulan iki gül be! İnsan var karşında.' demeye başlarsın. Aslında o öyle de değil. İnsanlar gülünce daha güzel olurlar ya, işte bazı insanlar gülmeyince de güzel kalıyorlar. O aslında bence yanlış anlaşılmış zaten. Şimdi mesela filmlerde kötü roller sinirli ama karizmatik bakar ya, sonra iyiler kazanır falan. İşte filmin sonunda kötü rolü oynayan övülür ya hani ne kadar iyi oynadığını söylerler ya. İşte bence bazı insanlar aynaya bakıp: 'ben de suratımı asınca, sinirli bakınca öyle karizmatik oluyorum, demek ki beni de beğenirler' diye düşünerek surat asmaya başlamışlar. Halbuki orada bence kötü rolü oynayan oyuncunu övülmesinin sebebi, 'ne kadar iyi oynamışsınız kötüyü, ne kadar iyi oynamışsınız sinirliyi, hazmedemeyeni, ne kadar iyi oynamışsınız yenileni.' İşte aslında asık suratlı karizmatik eşittir yenilen. Siz yanlış anlamışsınız. Bence siz gülün.
FAZİLET AYDIN
04/08/2010

mavi ışık kazanı




*Kararlılık değişik bir kelime. Tuhaf. İnsanda çok değişik yankılar uyandırıyor. Birine 'Kararlı ol.' dendiğinde, 'şimdi önüme bir sürü engel çıkıcak, herkes bana 'Yapma!' diycek ama ben bütün engelleri aşıcam, hepsiyle savaşıcam ! herkese hakettiği cevabı yapıştırıcam!'' gibi oluyor. Halbuki her zaman öyle olmaz ki. Hele de iyi yönde kararlıysan.
O gün arkadaşlarla oturuyorduk bir yerde. Biri nargile söyledi, birkaçımız çay, biri de çilekli soda. 5-10 dk sonra biri nargileye ortak oldu, iki kişi içmeye başladılar. Daha sonra, nargileyi hiç içmemiş bir arkadaşa denettiler. Hoşuna gitti, o da ortak olup içmeye başladı. Diğerleri de daha önce içmişler, geriye hiç nargile içmemiş olan bir tek ben kaldım. İçlerinden biri: "Fazilet sen de denesene." dedi. 'İşte başlıyoruz.' dedim içimden. Daha önce de başka arkadaşların söyledikleri şeyleri aynen tekrarladılar: "Bir kere denemiş ol, içinde kalmasın, merakın gitsin, 'İçmedim.' demezsin",...vs. Burada benim bir dipnot geçmem gerekiyor ki o da şöyle: Nargile benim Adana'ya geldiğimden beri bir iç savaşımdı. Nargileyi hiç merak etmememe rağmen, çevrenin etkisiyle meraklanıp kendimi zehirlememekte kararlıydım. İçimden hep derdim: "Nargile ne? Biliyorum. Ya sigara gibi ya da daha kötü bir şey. Meyvelisi, nanelisi umrumda değil. Birsürü şeyin meyvelisi, nanelisi var. 10 paket sigara içeren bir şeyi somur babam somur!" Kibar bir şekilde: "Teşekkür ederim ben içmiyorum." dedim. Bunu birkaç kez tekrarlamak zorunda kaldım ama o kadar kibar söyledim ki, onların içmesi de doğal, benim içmemem de doğal edası vardı. Yani bana sormakla büyük bir hata yapmış gibi, 'İçmiyorum işte hahayt! Sen zehirleniyorsun, ben zehirlenmiyorum. Beni zehirlemeye çalıştın ama buna izin vermedim. Ben iyiyim, sen kötü.Ben beyazım sen siyah. Hem de seni bir sürü insanın içinde kibarca reddettim.Mors oldun lan. Şimdi nası çıkıcaksın bu b.kun içinden?' anlamı yatmıyordu. Sanki satın aldığı çok pahalı bir tropik meyveden bir parça uzatıp: "Sen de tatmalısın." demiş gibi ama o meyveye alerjim varmış gibi, bana teklif etmesinden gurur duyduğumu yansıtarak kibarca söyledim. Israrlar kesildi. Ama kırmadığımdan emindim. İçlerinden biri: "Çilekli soda içtin mi hiç Fazilet?" dedi. "Hayır, hep elmalı içtim." deyip, gülümsedim. "Öyleyse bunun tadına bak, yeni şeyler denemelisin." dedi. Birden, 'nargilenin şulusu güzel, bulusu güzel' muhabbeti, yerini sodanın şulusuna, bulusuna bıraktı. Sohbet ederken dikkat ettim, o gece kimse bir daha nargile içmedi. Komik şeyler söylendi, güldük falan; o esnada arkadaşlardan biri garsona seslendi: "Şu nargileyi alır mısınız?"
*Birinin seni bozmasıyla, bozucu durumda olmak farklı şeyler ya. Biri seni bozarsa bozulursun; bozucu bir durumda olmazsın. Bozucu durumda kimsenin elinden bir şey gelmez. Bozucu durum çok acaip bişey. Hani mesela misafirliğe gidersin, tuvaletin gelir. Tuvaletlerine girersin. Tuvalet terliklerini giyince bir bakarsın ki terlikler sıcak. Anlarsın ki senden hemen önce biri s.çmış. Sonra kokusu gelir hemen. Çünkü tuvalet, kapalı, küçük bi mekan. Gelen koku onun parfümüyle karışık kakası. Sonra "Ne yedin lan ne yedin! Halbuki ben sadece işiycektim. Şimdi benden sonra biri girse ben bu kadar s.çtım zanneder." korkusu. Ne biliyim işte onun gibi bişey, acaip bişey bozucu durum.
*'Kış' denince hep bir şeylerin bitmesi gelir aklıma. Arkadaşlar birbirinden soğur; soğukta ders çalışmak istemezsin, derslerin kötüleşir; soğukta sabah erken kalkmak zor gelir, işini sevmezsin; sevgililer ayrılır. Çünkü ne biliyim bazılarının soğuktan yüzündeki deriler soyuluyo, 'o kadar güzel değilmişsin' , 'o kadar yakışıklı değilmişsin' oluyo; sonra böyle nezle falan oluyorlar, faşur fuşur romantik olmuyor falan. Konuşacak şeyler hep kışın bitermiş gibi geliyor. Espri yapamadığın, söyleyecek bir şey bulamadığın, sürekli etrafı incelediğin, etrafın da seni incelediği zamanlar hep kışın gibi. Şemsiye. Şemsiye de kışın var. Her yere yanında götürüyorsun, aman kırılmasın, aman yırtılmasın. Cep telefonunla aynı muameleyi görüyor serseri. Yaz tatilinde tanıştığın arkadaşlarının başka hayatları olduğunu, kimisinin seninkinden çook daha eğlenceli, kimisinin seninki gibi, kimisinin seninkinden sakin olduğunu kışın anlıyorsun hep. Ne zaman sokağa çıktığımda artık açık renk kıyafetler giyilmediğini görsem, ne zaman halılar serilse, ne zaman anneciğim haftasonu yazlıkları kaldıracağımızı söylese, ne zaman yeni sezon tabelasının altına keçeli kabanlar doluşsa ve ne zaman bakkalın eşiğindeki içi dondurma dolu dondurucu kaldırılsa ve hafif bir ürperme gelse, kollarımı kavuşturur: "İşte başlıyoruz." derim, "Geldi gene."
FAZİLET AYDIN
11/07/2010

mavi ışık kazanı




Üniversitede çıktığım ilk öğrenci evinden, ev sahibi baba bir zam yaptıktan sonra taşındık. Yeni eve taşındığımızda, ev sahibinden sonra bize ilk yardımcı olan, zemin kattaki yaşlı teyze oldu. Faturalarda ev adresinin nasıl yazıldığını, apartman yöneticisinin adını, aylık aidatın ne kadar olduğunu falan ondan öğrendik. Bu bir gelenek mi bilmiyorum ama bundan önceki evimizde de bize ilk zemin kattaki yaşlı teyze yardımcı olmuştu. Herneyse. Biz o vesileyle tanıştık 'zemin kattaki teyze' ile. Apartmanda karşılaştığımızda selamlaştık hep.
Bir gün dondurma almak için evden çıktım. Tam teyzenin kapısının önünden geçerken o da kapıyı açtı. "Kızım nasılsın?" dedi, hal hatır muhabbeti açıldı.(Ben de ona nasıl olduğunu sorarım, iyi olduğunu söyler ya da en fazla bir-iki hastalığından bahseder, 'Allah iyilik versin.' derim, biter, diye düşündüm. Ama öyle olmadı.) Ev arkadaşlarımın, benim bölümlerimizi,memleketlerimizi sordu. Tek tek söyledim. (Biraz uzattı ama bir şey olmaz. Başarılar diler, 'Allah zihin açıklığı versin.' der, biter, diye düşündüm. Ama öyle olmadı.) Sonra aklıma geldi: zaten ben de teyzeye kıbleyi soracaktım. Tam niyetlendim ki: "Bak hele." dedi kısık bir sesle. Parmağıyla 'bana yanaş' işareti yaptı. "Sizin karşıki oturanları tanıyonuz mu?" dedi. Taşınırken karşı komşuyla birkaç kez konuşmuştuk. "Evet, hemşire." dedim. "Kim! Ne hemşiresi! Hemşire değil o! Kendi mi dedi onu! Bak! Hemşire falan değil o!" 'Adamın asabını bozuyorlar' edasıyla 'hemşire değil o' yu defalarca söylemesinin ardından, kadınn bütün apartmandan soğan, domates istediğini, bir dadandı mı bir daha bırakmadığını, bütün apartmanın ondan rahatsız olduğunu, teyze İstanbul'a kızının yanına gittiğinde teyzenin bahçesindeki asmalardan çaldığını, "Hemşireyim." deyip de bütün gün gezip tozduğunu anlattı. Bizden soğan falan isterse asla vermememizi tembih etti. "Soğan bir nebze, patates bir nebze, insan tuzu da mı komşudan ister!" diye ekledi. Sonrasında, alt kata geçti: "Hani onun altında oturan bir kadın var ya öğretmen. her sabah 08:00'de gider, akşam 17:00'de gelir ya, onu biliyonuz mu?" dedi. Bilmiyordum ama yapacak bir şey yok, anlatacak. "Evet." dedim. Ve devam etti: "Ne öğretmeni! Öğretmen değil o! Yalan söylüyor!" Teyze anlatmaya devam ederken benim gözlerimin önündeki şeyler bulanıklaştı. Teyze bulanıklaştı. Ağzı, gözü büyüdü, yamuldu. Duyduklarım uğultuya dönüştü. Teyzeyi duymuyordum. Sonra gözümün önüne çok net bir görüntü geldi: Başka apartman sakinleri, yine aynı teyze. Konuşuyorlar. Bu kez sıra bize gelmişti: "Ne öğrencisi! Öğrenci değil onlar! Yalan söylüyorlar!"(Teyzenin sesi yankılanıyordu.) Hemen kendime geldim. Dikkatimi topladım. Alttaki öğretmenle ilgili söylediklerini kaçırmıştım. Sıra öğretmenin karşısındaki binaya gelmişti. Orada eskiden kız öğrenciler otururmuş. "Aslında hanımefendi kızlardı ama niye bilmem yönetici heppisini kovdurdu." dedi. Teyze artık yorulmuştu. Susup dinlendi. Başka bir daireye sıra gelmeden atladım: "Teyze kıble ne tarafta?" Gösterdi. Sonra tekrar benim memleketimi sordu. "Antakya." dedim. Başarılar diledi, bitti. Artık apartmanda karşılaştığımızda daha hızlı selam veriyor, önünden geçerken daha hızlı yürüyordum. Aradan biraz zaman geçti. Bir gün, çöpleri dökmeye inerken kapısının önünde beni gördü. "Kızım nasılsın?" dedi, hal hatır muhabbeti açıldı. Çöplerin arasındaki büyük kola şişesini gördü. 1 lt'lik kola şişelerimizin olup olmadığını sordu. Cevap vermemi beklemeden, olursa ona vermemizi, asma yapraklarıyla yaptığı salamuraları onun içine koyacağını, İstanbul'daki kızına götüreceğini, aslında büyük şişeleri de doldurabileceğini fakat yenmediğini, yenmeyince bozulduğunu, aslında büyük şişelerin yarısına kadar da doldurup götürebileceğini fakat valizde yer kapladığını söyledi. "Olursa bana getirin yavrum hem hiç yıkamayın, ben onu deterjanla yıkar, temizler sonra kurusun diye tersine çevirir bekletirim he mi." diye ekledi. Ardından ev arkadaşlarımın memleketlerini ve bölümlerini, sonra benim bölümümü ve memleketimi sordu, bitti. Bir hışımla eve çıktım. Ev arkadaşıma, benden 1 lt'lik şişeyi isteyip bitirmek yerine nasıl dünya kadar mevzuyu en ufak ayrıntısına kadar açıkladığını anlattım. En son "Şişeyi deterjanla yıkayıp ters çeviri bekletirmiş!" dedim. Ev arkadaşım güldü: "Fazilet farkında mısın teyzeler hep seninle konuşmayı seviyor." dedi. Bunu söylemesinin sebebi, bundan önceki evimizde otururken yan komşumuz olan kekeme teyze idi. Beni her apartmanda gördüğünde durdurur, kızının girdiği sınavları, kazandığı üniversiteyi, çevresini, yalnızken evde sıkıldığını anlatırdı. "Öyle mi,...,hayırlısı,...,öyle mi,...,hayırlısı,..." der ve konuşma biter bitmez koşa koşa eve çıkardım. Ev arkadaşıma: "İyi de keşke biraz karşılıklı olsa." dedim.
Yaz tatili zamanı gelmişti. Evde bir tek ben kalmıştım. Zaten benim de son günümdü. Hüzünlü bir şekilde valizimle zemin kata kadar indim, aklıma geldi: çöpleri dökmeyi unuttum. "Lan bi ayrılık duygusunu bile tadında yaşayamıyoruz be!" dedim. Kimse duymadı. Valizimi, bilgisayarımı apartman boşluğuna bırakamazdım. Asansörsüz apartmanımızda onları tekrar dört kat çıkaracak halim de yoktu. Hazır kapısının önündeyken zemin kattaki teyzenin kapısını tıkladım (Zemin kattaki teyze zil kullanmıyor.). Hal hatır muhabbeti açmadan durumu özetleyip, çantaları kapı eşiğine koyup çıktım. Çöpleri döküp çantaları almaya gelirken, ben bir metre ötedeyken kapıyı açtı. Anladım ki kapısını kapatmış ama kapı arkasında beni beklemiş. "Şimdi dökmeseydin böcek yapardı o çöpler." dedi. "Evet." dedim. Baktım, sustu. İnanamadım. Biraz bekledim. Konuşmadı. O an hüzünlendim işte.Sanki onu özlemeyecek miydim? Benimle konuşmak hoşuna gitmişti işte! Ne var ki rahatsız olacak? Giderayak biraz daha konuşmasını istedim. "Sizin evde böcek oluyor mu Zekiye teyze? Bizim eve bazen büyük böceklerden giriyor, tırsıyorum." dedim. Artık yere değil, bana bakıyordu. Onun evine de girdiğini, dünyanın en zengin insanının da en fakir insanının da evine böcek girebileceğini, bundan kaçış olmadığını, İstanbul'daki kızını evine de böcek girdiğini ama onların boylarının renklerinin farklı olduklarını, bazı böceklerin ışığa, bazılarının kanal suyundan dolayı geldiklerini anlattı. Hepsini sanki ilk kez duyuyormuş gibi merak ve şaşırma efektleriyle dinledim. Bitirdi, vedalaştık. Çantalarımla apartmanın demir kapısından çıkarken: "Senin memleket Antakya'ydı değil mi kızım?" dedi. Bu kez sormamıştı, aklında tutmuştu. "Evet." dedim, gülümsedim, bitirdim.
FAZİLET AYDIN
27/06/2010

mavi ışık kazanı

'Kırıcı üslup' diye bir şey var arkadaş ben bunu kimseye anlatamadım. Var lan öyle bir şey. Bak anlatıyorum: Şimdi X diye biri var. Hiç sevmiyorsun. Kendini beğenmiş, olmicak yerde gülen, olmicak yerde surat asan, her an ne yapacağı belli olmayan, gıcık olduğun biri.
Bir şey oluyor, seni çok sevindirecek bir şey. Bu mutlu haberi gelip sana X söylüyor. Duraksıyorsun. 'Ulan bunu bizimkilerden biri söylese şimdiye mutluluktan uçmuştum ama X ' e ne denir ki?' diye düşünüyorsun. 'Böyle durmak olmaz. Şimdi hafifçe gülümsesem bu kez moron rolünü ben üstlenmiş olurum. Mutluluk göstergesi olarak sarılsam: yok daha neler X ' e mi?!' diye sürer gider. Gece başını yastığa koyduğunda aklına takılır. 'Mal mal baktım....Ne deseydim ki?....Mimik oynatamadım ya...' O esnada X ise sana haberi vermiş olmanın rahatlığıyla mışıl mışıl uyumaktadır, o üzerine düşeni yaptı.
Bir şey oluyor, seni üzecek bir şey. Bu haberi gelip sana X söylüyor. Duraksıyorsun. 'Ulan yıkıldım nerdeyse ağlıycam ama X ' in önünde olmaz! Tut kendini! Şimdi 'aaa öyle mi tüh' desem... Yok ya o kadar tepkisiz olmadığımı bilir. Umursamıyormuşum gibi yapsam? İyi de böyle bir şeyi umursamamak beni gerizekalı durumuna düşürür. Ya ne vardı şunu bizimkilerden biri söyleseydi de içli bir of çekebilseydim!'
Gece başını yastığa koyduğunda aklına takılır: Rezil oldum. Şimdi beni ağlıyor zannediyordur o salak. Bilmiyor ki ben o meseleyi kafamda hallettim. Artık üzülmüyorum ama haberi bile yok. İyice gözünde küçültmüştür artık beni. İstediği zaman kırabileceğini düşünüyordur artık beni. Ne düşünürse düşünsün, umrumda bile değil!' der ve bir hışımla yorganı başından aşırıp yatarsın.
İşte X eşittir kırıcı üslup. Aslında her şey nettir: sevineceğin şeyler, üzüeceğin şeyler, arkadaşlarının seni teselli edeceği şeyler, arkadaşlarının seninle senin adına sevineceği şeyler... Ama X her şeyi bozar, her şeyi.
FAZİLET AYDIN
17/05/2010

mavi ışık kazanı



Üç hafta mı ne olmuştu tam hatırlamıyorum da canım baya tavuk istiyordu. Sanırım üç hafta sürmüştü bu işkence. Hayatımda "kısmet değilmiş" lafını en sık kullandığım dönemdi. Her seferinde niyetleniyor, sonunda tavuk yiyemeyeceğimi acı bir şekilde öğreniyordum. Üniversitenin yemekhanesinde her hafta yapılır tavuk. Bazen günleri değişebilir. Ev arkadaşım bir gün öncesinin akşamından uyardı beni: "Yarın yemekhanede tavuk var." diye.Gittim. Başka yemek vardı. Başka bir gün, arkadaşlarla niyetlendik, "Bugün yemekhanede yiyelim." dedik. Arkadaşlardan birinin ufak(!) bir işi çıktı. Kantinde onu beklerken öğle arasının yarısı geçti. Kantinde karnımızı doyurup derse girdik. Derse ara verildiğinde telefonuma bakayım dedim. Bir mesaj. Yine ev arkadaşım: "Bugün yemekhanede tavuk var." Kısmet değilmiş. Günlerce gözümü yumduğumda gözümün önüne gelen, gözümü açtığımda beynimin içinde dolaşan o şey, eskiden denk gelip de yediğimde "Yine mi tavuk!" dediğim o pilavın yanında, o kocaman, o soslu tavuk. O yemekhanenin soslu tavuk - pirinç pilavı ikilisi. Bir gün yine arkadaşla niyetlendik, yemekhanede yiyelim dedik. Menüye baktım: patates musakka - bulgur pilavı - irmik helvası. İyi, güzel, tamam. Geçtik oturduk masaya, yanımdaki çocuk kalkıyordu o esnada. Baktım çocuğun tabldotunda kemikler vardı. Tavuk kemikleri. Lades olsun, kanat olsun,... "Betül!" dedim, "Az önce yanımdan kalkan çocuk tavuk yemiş, gördüm, kemik falan vardı." dedim. "Yok yav olur mu öyle şey! Sen tavuğun hayallerini görmeye başladın galiba!" deyip kahkaha attı. Sonra, karşı masaya baktım, onlar da tavuk yiyor. Arka masaya baktım, tavuk... Yanımıza yenileri oturdu, baktım onlar da tavuk. Sonra Betül'e döndüm, baktım etrafına şaşkın şaşkın bakıyor. İyi dedim en azından hayal görmüyorum. "Fazilet hakkaten haa..." dedi. Uzun bir süre anlamadım. Lan menü tavuksa bu patates musakka ne ayak? Meğer o gün iki menü varmış. Ben de tabldotu kaptığım gibi patates kuyruğuna girmişim. O değil de, yemekhanede hiç iki menü olmazdı. 
Yılbaşı yaklaşıyordu. Yılbaşı partisi aynı zamanda ev arkadaşımın doğum günü partisi olacaktı. Birkaç gün üst üste keyfi sebeplerle yaş pasta yediğimiz için yaşpastadan sıkılan ev arkadaşım (Neslihan), doğum günü partisinde yaş pasta istemediğini söyledi. Ben de esprisine "bi tane tavuk alsak da mumları ona diksek olur mu" dedim. "Zaten hindi pişirenler var yılbaşında, olmamış bir şey değil." dedim. Güldük ettik. Yılbaşı günü, yemekhanede tavuk varmış, baktım. Perşembe günü. "Bu kez gidip yiycem!" dedim. Arkadaşlar güldüler. "Perşembe günü öğle arası okulda ne işin var, bizim ders öğleden sonra" dediler. "Olsun!" dedim. "Erken gidip yiycem." Alay konusu oldum ama umrumda değildi. Bu kez kararlıydım. Yeni yıla tavuk özlemiyle girmeyecektim. Çarşamba akşamı Neslihan bana tombala almamı söyledi. Ben de planımı yaptım. Perşembe günü evden erken çıkacak, bir kırtasiyeden tombala alacak, ordan üniversiteye geçip yemekhaneye gidecek ve yediğim tavuk - pilavın verdiği hazla derse girecektim.
Perşembe günü evden çıktım. Kırtasiyelerin küçük miktarlarda paralarda kart kabul etmediklerini ben o gün öğrendim. Bakkalda yetmiş beş kuruşu karttan çektirebilmemin verdiği rahatlıkla bir aydır bankamatiğe uğramayn, nakit gereksinimi olmayan ben, bu gerçekle o gün yüz yüze geldim. Hayır. Bu gerçek değildi. Abuk subuk sebeplerle o yemeği kaçırmayacaktım. Bu sadece o kırtasiyenin cinsliğiydi. Emindim ki başka bir kırtasiye bunu yapabilirdi. Zaten öyle oldu da. Sonunda otobüse bindim ve üniversitenin yolunu tuttum. Bindiğim otobüsün şöförü bayandı. Adana'da bir-iki yıldır belediye otobüslerinde bayanlar da şöförlük yapıyor.
Şöför durakta durdu. Bir sonraki durak, benim inip, yemekhanenin yolunu tutacağım duraktı. Bir önceki duraktaydık. Çok yaklaşmıştım. Soslu tavuk - pilava kararlı adımlarla ilerliyordum. Fakat baktım bayan toparlanıyor. Çantasını aldı, "Ben tuvalete gidicem." dedi. İyi, gitsin napim? Normalde şöförlerin tuvalete gidecekleri yer bellidir. Bundan iki durak sonrası. Yani burda yasak. Ama belli ki dayanamıyor. Zaten bayan. Gitsin bari, napim? Otobüste üç kişiydik zaten. Ben en önde oturuyordum. En arkada bir kız oturuyordu. En arkanın bir önünde de dik saçlı bir çocuk oturuyordu. Önümüzde, sağda bir araba ve solda bir otobüs olmak üzere iki araç vardı durmakta olan. Biz şöförün çişinin bitmesini beklerken, binmiş olduğumuz otobüs beklemedi. Normalde otobüs, bekleme halindeyken tir tir titrer ya, öyle sandım, baktım, hayır. Otobüs kendi kendine gidiyordu. En arkadaki kız hareket halindeki otobüsten atladı. Dik saçlı çocuk ise upuzun otobüste en arkadan, en öndeki bana -yani şöför koltuğunun çaprazındaki koltuktaydım- bağırarak: "Frene bas!" dedi. "Ben araba kullanmasını bilmiyorum!" diye bağırdım. Çocuk en arkadan koşarak geldi. O esnada durakta beklerken durumu farkeden birkaç çocuk da hareket halindeki otobüse biindiler ve dört erkek bir otobüsü durdurmayı başardılar kahkahalar eşliğinde. Ayaklarını frenden kaldırdıkları an otobüs hareket etmeye devam ediyordu. Sonunda çişini bitirmiş olan bizim hatun yaylana yaylana geliyordu. Direksiyon başındaki dört cengaver şöföre açıklamayı yapıp, yerini verdiler. "Arkadaşlar bu teknik bir sorun." deyip gülümseyerek geçiştirdi. "Sadece tavuk istemiştim." diye geçirdim içimden. Otobüse yeni yeni binenlerle birlikte, bir de hareket halindeyken atlayan kız bindi. Şöföre bağırmaya başladı. Bunun nasıl bir sorumsuzluk olduğunu, ölseydi ne olacağını sayıp sayıştırmaya başladı. Bunun üzerine, dayanamayıp şöför de bağırmaya başladı: "Altıma mı etseydim!" dedi. Kız: "Gerizekalı!" dedi. Şöför: "Sensin o gerizekalı! Sen donla gezerken ben araba sürüyordum!" dedi. Kız yerine oturduğu halde bağırmaya devam ediyordu. Şöför: "İner misin arabamdan sen! Terbiyesiz!" dedi. Kız: "İnmiyorum işte inmiyorum!" dedi. Şöför: "Ben de gitmiyorum!" dedi. Ben ayaklarımı yere vurmaya başlamıştım artık. 'Ne demek gitmiyorum! Hayır ya! Gitmelisin! Sadece tavuk istiyorum ya! Sadece tavuk! Çok şey mi istiyorum!' diyordum içimden. Ve şöför elindeki telefona numaralar tuşlayarak devam ediyordu: "İşte kontrolcümü arıyorum, gitmeyeceğimi bildiriyorum." Bu arada hala otobüse doluşmakta olan hiçbir şeyden habersiz kalabalık öğrenci topluluğunu görünce, gitmek zorunda olduğunu anlamıştı ki telefonu elinden bıraktı. Fakat altta kalmamak adına son hamlesini yapmak üzere, içindekileri dökmüş ve artık susmakta olan kıza dönerek: "Haa inmeyeceksen işte böyle susacaksın!" dedi. Uzun zamandır gülmemek için parmaklarımı yanaklarıma sokmamıştım. Bir duraktan bir durağa gitmek hiç de küçümsenecek bir şey değil sevgili okur.
Sonunda yemekhaneye ulaştım. Hemen menüye baktım. Soslu tavuk - pirinç pilavı - meyve. Evet! Tabldotu kaptığım gibi sıraya! Tavuğu koyan aşçıya çok içten bir teşekkür ettim. Gülümsedi. "Afiyet olsun." dedi. O 'afiyet olsun' un hakkını vermek için elimden geleni yaptım. Her lokmasını, tadını alarak, sindire sindire yedim. Hatta önceden yemediğim, kıkırdak kenarlarındaki yumuşak, kaygan etini de yedim. Tadı güzelmiş. Akşam dersten çıkıp parti evine gittiğimde ise bir sürprizle karşılaştım. Parti evi sahibiarkadaşım Aybike, benim o komik fikrimden yola çıkarak tavuk - pilav yapmış. Tuğba ( ev arkadaşım): "Belki bugün de yiyememişsindir.Bak bu senin için." dedi.
Yeni yıldan beklentilerim olur ama, yılbaşında heyecan falan aramam. O günün sorunsuz geçmesi yeterlidir benim için.Ama bu, bu tam anlamıyla hediyeydi benim için. Parti menüsünü beni düşünerek hazırlayan arkadaşlarım. Ve ben "Yine mi tavuk!" demeyi aklımın ucundan bile geçirmeden, sanki bir üç hafta daha yiyemeyecekmişim gibi, o tavuk - pilavın her lokmasını sindire sindire, iştahla yedim.
FAZİLET AYDIN
09/01/2010

mavi ışık kazanı




Hani bazen olur ya, birsürü aksilik üst üste gelir, insanların seni o şekilde asla görmemelerini istediğin halinle görünürsün bütün gün onlara. Mesela bir şey organize ediyorsun ya da senin düğünün falan. En sinir bozucu, en yapılmaması gereken hatalardan herhangi birini sevdiklerinden biri yapar; ya da saygı duymak zorunda olduklarından. O şey de çok ilginçtir. O kadar sinirlenirsin ki kasıtlı yaptığını düşünürsün. Ama tek bir kelime edememek, içinde alevlerin patlaması... Alevlerin pat-la-ma-sı mı? Neyse. Bir gün bana yaptığı hatadan dolayı benim adıma üzülen arkadaşın suratına bir tane yumruk indirmek isterdim. Büyük konuşmak istemediğim için 'sanırım' ı kullanacağım. Sanırım ben bunu asla yapmam. Onunla güzel günlerimiz oldu ve o günden sonra da olabilir. Her şey benim 'elimde'. Eğer özür dilemediyse, bu onun: suçluluk duygusunu açığa vurmak istemeyen, dışarıdan yer yer kasıntı gibi görünen, iç bölgelerde ise zayıf kişilikli biri olduğunu (old.) gösterir. Old'u bazen özlüyorum da. Her neyse. Özür dilemeyenler diyorduk. Onların adına sadece üzül. Emin ol, senden af dilemeyenler, senin tarafından affedilmeye en çok ihtiyacı olanlardır. Hadi onları affet! Onlara bir ders ver! Anlasalar da anlamasalar da! Ama emin ol anlayacaklar. Sadece belki yine çaktırmayacaklar. Hadi hepsini affet! Hadi okur! Hadi!
Üniversitedeki ilk yılım, ilk kışımdı. Hani Adana'da yazlar sıcak ve kurak, kışlar ılık ve yağışlı geçer derlerdi ya, kış buz gibi geçti. Her gece iki battaniyenin altında tir tir titrer, her sabah ayaklarım buz kesmiş uyanırdım. Yine o günlerden biriydi. Zaten bütün bir hafta, bir sonraki haftanın vizelerine çalışmakla geçecek diye, haftasonumu evde geçirmeye karar verdim. Biletim alınmış, valizim hazırdı. Zamanın gelmesini beklerken yurtta oyalanıyordum. Ve az önce anlattığım yöntemle zar zor iki arkadaşımı affetmiştim. Onların haberi bile yoktu. Aynaya bakarken aynanın sağ üst köşesine sıkıştırılmış bir kağıt gözüme çarptı. Peygamberimize mektup yarışması yapılıyordu. Düşündüm. Peygambere mektup yazmak için bundan iyi bir zaman olamazdı. Mektubu yazarken öyle bir kaptırmışım ki bir baktım geç kalmak üzereyim. 'Hızlı olursam yetişirim' diye düşündüm. Normal bir günde olabilirdi. Ama o gün bu gün değildi. Bilirsiniz yağmurlu hava => sıkışık trafik. Islak saçlarımla o otobüsün içinde, otobüs milim milim ilerleyip dururken, her durduğu anda kan beynime sıçrıyordu. Saatten gözümü alamıyordum. Saniyeler ne kadar hızlı geçiyordu böyle! "Hey! Sen yurttayken böyle değildin!" demeliydim ona. Benim otobüsün hareket etmesine beş dakika kala, otobüsün yazıhanesine yetiştim. Her şey açıktı. Geç kalmıştım. Beş - on dakika önce yazıhanede olmalıydım, özel servis beni otogara götürmeliydi. Ama ben bir umut yazıhanenin içine hızla koştum. Bilgisayar başındaki gözlüklü, kel adama hızla durumu anlattım. Özel servis gitmişti. Bir sonraki on beş dakika sonra gelecekti. Benim otobüsün şöförünü aramış, o da bekleyemeyeceğini söylemişti. Çaresizce son savunmamı yapmıştım: "Ama ben bu otobüsün her zaman yolcusuyum." Hiç düşünmeden gözlüklü kel bana onun bununla bir ilgisi olmadığını söyledi. Alışmış olmalıydı. Bundan sonraki otobüslerde de yer olmadığını söyledi. Ama on beş dakika bekleyip, diğer özel servise binip, belki vazgeçen biri olursa onun koltuğunda gitmemi tavsiye etti. Kabul ettim. Bana orada Murat diye bir muavini bulup durumu anlatmamı, onun benimle ilgileneceğini söyledi. Bekledim ve nihayet özel servise bindim. Hala gözlüklü kelin benim otobüsün şöförüyle telefonda konuşurkenki sesi yankılanıyordu kulağımda: "Yav kardeş on numaralı yolcu hala burda burdaa! Tamam o zaman siz gidin. Yer varsa ben ötekine bindiririm!" Kendimi hiç bu kadar mal gibi hissetmemiştim. Gerçekten de benden kolilerden biri gibi bahsediyordu. Arkamdaki adamın telefonu çalınca dalgınlığım geçti birden. "Merhaba Marry Hanım." diye açtı telefonu. "Marry Hanım mı?" diye düşündüm. Sonra devam etti: "Hatay'a gidiyorum Marry Hanım. Öyle mi? Peki Marry Hanım. Hemen dönüyorum." Sonra adama ikinci bir telefon geldi: "Alo? Merhaba. Hatay'a gidiyordum. Marry Hanım çağırdı. Artık gitmiyorum." dedi. Ben adamın Marry Hanım'ın uşağı mı, hizmetkarlarından biri mi yoksa hatırlı dostlarından biri mi olduğunu yoksa neden Marry Hanım'ın bir lafıyla geri döndüğünü düşünürken, o adamın dönüşünün otobüste bana açılan bir yer olduğunu fark edemedim. Otogara vardığımız anda bir otobüs geldi. İnen muavine hemen "Siz Murat mısınız?" diye sordum. "Evet." deyince durumu anlattım. Sonuna kadar dinledi. Sonuna kadar. Ve en son gözlerinin içindeki o pis gülümsemeyle bana :" Yalnız hanımefendi, ben o Murat değilim." dedi. Gerçekten de baktım o otobüste Antakya yazmıyordu bile. Küfretmeme ramak kalmıştı. Adam birkaç valiz yerleştirdikten sonra tekrar yanıma geldi. "Merak etmeyin." dedi. "Ben o otobüsteki Murat olsam, sizi muavin koltuğuna oturtur, ben ayakta giderdim. Neticede siz de bizim yolcumuzsunuz." Biraz rahatlamıştım. Hatta kesin muavin koltuğunda giderim diye düşünmüştüm. Ta ki otobüs gelene kadar. Oldukça sinirli ve yaşlı olan muavin, hışımla otobüsten iniyordu. Valizleri fırlatıp atarcasına yerleştirmeye başladı. Bütün cesaretimi toplayıp yanına gittim ve durumu çok kısa özetledim. Durup dinlemedi bile. "Valla yer varsa binin!" deyip geçip gitti önümden. Biraz daha yaşlı bir adam otobüsün önünde bilet kontrolü yapıyordu. Hemen ona gittim. Lafımı bitirmemi beklemedi bile. Kaşlarını kaldırabildiğince yukarı kaldırdı: "Yer yok." dedi. Son umudum da böylece tükenmişti. Evi aradım ve gelemeyeceğimi söyledim. Babam başka turizmde bilet olup olmadığını sordu. "Hayır." dedim. "Hepsi dolu." Bi bilet daha alacak kadar param olmadığını söylemekten iyidir. Babam son olarak: "Kafana takma." dedi. "Tamam." dedim. Özel servisle geri döndüm. Yazıhanenin ordan tekrar otobüse bindim yurda dönmek için. Otobüsteki yerimi aldım ve aklıma direk o adamın Marry Hanım'la yaptığı telefon görüşmesi geldi. İçimden "Harika!" dedim. Tabi bu harikanın altında kocaman bir "YUH!" yatıyordu. Nasıl akıl edemezdim! Bana yer açılmıştı! Hayır, o değil de, o zaman akıl edemedim, bari şimdi aklıma gelmeseydi! Çünkü otobüs hareket edeli on beş dakika olmuştu. Bunu akıl edemememin eziyetini çekmek için çok erkendi!
Durakta indim. Durakla bizim yurt arasında on dakikalık bir yol vardı. Şemsiyemi açtım. Tekerlekli valizimi ardımda sürükleyerek o yolu almaya başladım. O yol hiç bitmesin istedim. Yurda bu şekilde dönmemeliydim. Bunları düşünürken kafama baya bi yağmur yediğimi farkettim. N'oluyor diye kafamı kaldırıp baktığımda tepemde kendi kendine kapanmış olan şemsiyemle karşılaştım. Artık mecalimin tükendiği andı o. Gülmekle ağlamak arasında kararsız kaldım. İkisinin tam ortasındaydım. Ben gülmeyi tercih ettim. Ve yolun devamını gülerek, yer yer kahkahalar atarak yürüdüm. Yurda döndüğümde o sinirimden eser kalmamıştı. Ama şunu bilmenizi isterim: eğer haftasonumu yurtta arkadaşların yardımıyla proje ödevimi yaparak değil de evde geçirseydim, o proje ödevi bütün hafta başıma bela olacak ve diğer derslere çalışmama izin vermeyecekti. Gerçekten, gerçekten her işte bir hayır var. Şimdi diyorum, iyi ki diyorum: zar zor affetmişim, iyi ki 'Peygamberimize Mektup' yarışmasına katılmışım, iyi ki otobüsü kaçırmışım ve iyi ki Marry Hanım'ı unutmuşum. Şemsiyeme de iyi ki diyorum çünkü beni o yolda ondan başkası güldüremezdi.
Vize haftası bittiğinde dönüş biletimi babam almıştı. Koltuk numaramı öğrenmek için yazıhaneye gittiğimde yine gözlüklü kel vardı. Adımı ve otobüsün saatini söyledim. Listede beni bulamadı. "Bir sonrakine bakar mısınız?" dedim. Baktı, yokum. "Bir sonraki otobüse bakar mısınız?" dedim. Nihayet beni o listede buldu. Annem telefonda saatini söylerken yanlış anlamışım. Bir saat sonraki otobüs benimkiymiş. "Sizinkine daha bir saat var." dedi. "Tamam, ben beklerim." dedim. Sonra bana baktı: "Siz geçenlerde otobüsü kaçırmıştınız değil mi?" dedi. "Evet." dedim. Sırıttı: "Yav kızım kusura bakma da, senin de hiç bir işin yolunda gitmiyor yav." dedi, güldü. Ben de ona gülümsedim. İçimden de güldüm. Arkamı dönüp yerime oturmaya giderken içimden: "Sen öyle san." dedim. İçimden kahkaha attım.
FAZİLET AYDIN
20/08/2009

mavi ışık kazanı



* Hani olur ya, bilgisayar sana bazen bir şeyi farkında olmadan ya da bazı şeyleri unutarak yapıyormuşsun gibi bir muamele yapar: mesela bir şeyi kapatırken "Gerçekten kapatmak istiyor musunuz? , Bakın bunu kapatırsanız şu şu uygulamalarınız da sona erecek." v.s. Onların hemen altında bir kutucuk ve yanında "Bunu bir daha gösterme" yazar ya, ben ona bakınca hep hüzünlenirim. Ya bir daha göstermezse? Ya bir daha sormazsa? Ben o kutucuğa asla tick koymicam. Sorsun. Lütfen sorsun. Lütfen.
* Humusun ayarını tutturabilen insanlar, size hayranım. Anlamıyorum; tahinini mi az koyuyorum, suyunu mu yanlış ölçüde koyuyorum, yoksa ikisi de mi, ya da hiç biri, belki de limonu az sıkıyorum, belki de üçü ya da herhangi ikisi.
* Bir tek benim mi dikkatimi çekti bilmiyorum ama filmlerde de dizilerde de var bu. Hatun kusar, hamile olduğundan şüphelenir, tıbbi kontrolle hamile olduğunu öğrenir ve bir daha kusmaz. Düşünmedim değil ha. Acaba dedim vücutta öyle bir mekanizma mı var? Karın şişer, beyin ne olduğunu anlayamaz, rahimde hafif kıpırtılar başlar ve beyin tanımadığı şeyi vücuttan attırmak ister, vücudu kusturur. Kontrolden sonra beyin, vücudun hamile olduğunu öğrenir, tüm hücrelere emirler gönderir: "Bu vücut hamile. İçindeki dışarı çıkmamalı. Vücut artık kusmicak. Dağılın ulen!"
* Hani mesajda, messenger da falan kısaltırız ya "tmm, sie, grsrz,..." gibi. Benim en çok tuttuğum "old" dur ya. Mükemmel kısaltma! Ben bunu dile getirmke istiyorum ya. Konuşurken cümle içinde kullanmak istiyorum. Old demek istiyorum. Derse geç kaldığımda prof kalın, siyah çerçeveli gözlüğünü çıkartıp, ağır ağır masaya koyup ve bana dönüp de "Neden geç kaldın?" diye sorduğunda o koca anfinin içinde yetmiş kişi gözümün içine içine bakarken ve ne söyleyeceğimi beklerken ve bir yandan da "çelişkili bir şeyler söylese bari, biraz tartışsalar da ders kaynasa" diye düşünürlerken "Uykum ağır old." deyip oturmak istiyorum ya! Sanki bu şimdi "Uykum ağır olduğundan." deyince yerime oturabiliyormuşum gibi oldu ama neyse. Keşke doğruyu söylemek her zaman yeterli olsaydı. O zaman belki bir milyom kez alarma suç atmazdık. Ve nadiren söylendiği için de, bayat değil, yenilir yutulur bir yalan olurdu şimdi.
Uykum geldi ya niye böyle oldum ben? Sanırım saat 03:52 old.
FAZİLET AYDIN
15/08/2009

mavi ışık kazanı




Ahan da buldum! Harbi buldum! Bütüüüün dünyadaki herkesin sahip olduğu, hala çözülemeyen, çözen olursa köşeyi döneceği problemi buldum! Ben buldum! En büyük sorun değil, tek sorun değil, dünyayı kurtaracak hiç değil ama ortak sorun, aha bu! Şemsiye! Şemsiyenin kırılması çaresizliktir. Şemsiyenin kırılması beklenen bir hayal kırıklığıdır. Hayal kırıklığı nedir? Beklenmeyen bir anda üzücü bir şey olması. Ama şemsiye değil. Şemsiyenin kırılması her zaman beklenen bir sorun ve her zaman bir hayal kırıklığı olmuştur. Dünyadaki tek beklenen hayal kırıklığı. Hem ortak, hem tek; evet evet ben buldum. Şemsiyenin kırılması acizliktir. Şemsiyenin kırılması yorucu bir günün sonunda eve kurt gibi aç döndüğünde annenin en sevmediğin yemeği yapmasıdır. Şemsiyenin kırılması güzel göründüğünü zannettiğin bir anda arkadaşlarının arasından ayrılıp aynaya bakmaktır.Şemsiye... Şemsiye çantandan "çat!" diye bir ses duyduğunda aklına gelen tek şeydir. Şemsiye seni yolun ortasında ileri geri sürükleyen tek illettir. Tersine döndüğünde ise yerin dibine girdiğin, rüzgara karşı tutup düzelttiğinde ise biriktirdiği tüm suları üstüne püskürten ve tüm bunlar olurken arabalardaki insanların sana kahkaha atmalarına neden olan tek şeydir şemsiye. Seni şekli biçimsiz pis soytarı!
FAZİLET AYDIN
23/02/2009