mavi ışık kazanı


          “...
           O akşam, köyden sekiz kilometre kadar uzakta, bozkırda, Gregor sert tüylü kalın gocuğuna sarınırken huysuzdu. Natalya’ya, <<Neden bilmem, öyle bir yabancısın sen.>> dedi. <<Bak şu ay var ya, tıpkı onun gibisin, ne ısıtıyorsun ne üşütüyorsun adamı. Sevmiyorum seni Nataşka, kızma. Demek istemezdim ama, öyle işte. Açıkça, böyle gitmez bu. Üzülüyorum senin için. Son günler daha bir yakınlaşır gibi olduyduk ama yüreğim kupkuru benim, n’apıyım! Bomboş. Bu akşam bu bozkır gibi, öyle bomboş.>>
          ...”
          Bir gün biri beni karşısına oturtup söylerse diye içim içimi yercesine korktuğum o cümleler, işte, karşımda duruyordu. Defalarca aynı paragrafı okudum. Neden şimdi? Neden! Neden bütün bunların tam ortasındayken? Neden bundan en çok korktuğum dönemde kitabın bu sayfasını okuyordum? Bu bir işaret miydi? Korkularımla yüzleşmek için en doğru zaman mıydı? Yoksa ileride benden sıkılacak bir erkekle yanlış adımlar atmamam için bir uyarı mıydı? İşaretin bile neyi işaret ettiğini anlamıyordum ki!
          O kadar güzel bir şeyin ortasındaydım ki bütün benliğimle bunu bozmamak için çabalıyordum. Hayatımın her dakikasını o sabah yürüyüşlerinde her şey yolunda gidecek şekilde ayarlıyordum.
          Her sabah erkenden kalkıp yürüyüş yaptığım, her yaştan insanın geçtiği o yolda, öyle biriyle tanışmıştım ki, sanırım artık hayatımın geri kalanı asla eskisi gibi olmayacaktı. Demek buydu. Arkadaşlarla sohbet ederken, “Her kadının hayatında tek bir erkek olmalı.” derken gözümün önüne getiremediğim ama aklımın bir köşesinde hep merak ettiğim; eğer bir gün sorarsa, ona erkek isimleri saymak yerine “Hayır, senden önce kimse olmadı.” diyebilmek için kendimi tuttuğum; hayatımın geri kalanını beraber geçireceğim, tüm tecrübesizliğimle bir ilişki yürütmeye çalışacağım, onunla aynı yatakta yatıp, beraber uyanacağım... Oha düşündükçe içim içime sığmıyordu! Bu muydu lan o adam! Yani tamam daha bana beni sevdiğini söylememişti ama ben de salak değildim anlıyordum bazı şeyleri.
          Her sabah yürüyüş yaparken karşılaşınca bir yerden sonra günaydın demeye, sonra da konuşmaya başladık. Fakat zaman ilerledikçe o yürüyüşler öyle bir hâl aldı ki artık bir filmin ortasında gibiydim. Sanki birileri müzik eşliğinde bizi izliyordu. O kadar entelektüel, o kadar kibar, o kadar mizah anlayışı mükemmel, o kadar sınırları bilen, o kadar güzel gülen bir erkekti ki, al şu canımı ye der insan. Ben mi? Ben onun standartlarına yetişmeye çalışıyordum. Daha çok okuyor, farklı farklı müzikler dinliyor, erkenden uyuyor, yürüyüş için dinç uyanıyordum. Her başımı yastığa koyduğumda isimsiz kahramanı düşünüyor, alışverişe ise sadece yürüyüşte onun yanına yakışacağım sportif kıyafetler almak için çıkıyordum. Evet isimsiz kahraman. Henüz adını bilmiyordum. Zaten o da benim adımı bilmiyordu. Çünkü bizimki öyle bir ilişki değildi. Yani aramızda bir şey vardı ama ilişki değildi. Yani henüz. Olacaktı ama. Çünkü bir şeyler vardı aramızda, böyle bir değişik bir şeyler. Ama işte o yüzden diyorum ya film gibiydi diye! Yani her şey sıradışıydı. Doğru kelime tam olarak bu. Sıradışı. Mesela konuşuyorduk ama sohbet etmiyorduk. Sadece ikimiz de konuşuyorduk, birbirimizden bağımsız olarak. Günaydını bile birbirimize bakarak değil, yürüdüğümüz yöne bakarak söylüyorduk. Ortak olarak yaptığımız şey, aynı hizada yürümek ve konuşmaktı. Mesela on onbeş dakika hiç konuşmadan yürürdük, sonra yanımızdan yaşlı bir çift, konuşarak geçerdi, onlar uzaklaştıktan sonra o sesini kalınlaştırıp amcanın taklidini yapardı, ben sesimi inceltip teyzenin taklidini yapardım, gülerdik, bir onbeş dakika daha konuşmadan yürürdük. Mesela o bir şarkı mırıldanırdı, o susardı, ben şarkının solosunu mırıldanırdım. Bazen bir şarkı söylerdi, bilmezdim, sözlerinin bir kısmını aklımda tutar, eve gider gitmez dinler, gün içinde ezberler, ertesi gün ona solosunu mırıldanırdım. ‘Tavsiye ettiğin şarkıyı dinledim.’ Ancak bu kadar güzel ifade edilebilirdi belki de. Bunlara beni hep o yönlendiriyordu. Yolda gördüğü bir deve dikenini Tolstoy’a bağlıyordu, ben oradan alıp G. Bernard Shaw’a postalıyordum. Başlarda ona farklı gözle bakmazken bunlar bana çok kolay ve eğlenceli geliyordu. Ama bunu devam ettirmek isteyince zorlanmaya başladım. Konuşurken ateşim çıkıyordu sanki. Rahat tavırlarımı korumaya çalışırken ellerimi koyacak yer bulamamaya başladım ara ara. Ama istikrarlı davrandım. Bunu asla bozmak istemiyordum. Aptal heyecanım yüzünden çuvallamaya hiç niyetim yoktu. Nihayetinde o da bir insan deyip, gerekirse gözümde unufak edip, onu kaybetmemeliydim. Çünkü kendini özel hissetmek bile hissettiklerimi anlatmakta yetersiz kalıyordu. Ve biliyordum, güzel olan zordu.
          Bir sabah, yürüyüş için apartmandan çıkar çıkmaz, kocaman valiziyle bir kadın önümü kesti. Bir apartmanı sordu, ben tarif ederken isimsiz kahraman geldi. Beklemeden yürüyüşüne devam edeceğini düşündüm, çünkü tesadüfen hep aynı saatte aynı yolda yürüyorduk. Benim için beklemeyeceğini düşündüm. Bir baktım yürümeyi bırakıp durduğu yerde adım atmaya başladı. Beni beklediğini bu şekilde ifade ediyordu ve de karşıya bakıp gülümseyerek. Hâlâ birkaç saniyeliğine bile olsa bir güzel şarkı duyduğumda, hep o gülümseyerek yerinde saydığı hâli gözümün önüne gelir. Sanki ufak ufak adımlar atarak sürekli aşama katediyorduk. Görünürde bir şey oymayabilirdi ama ben bunu hissediyordum. O gün o yürüyüşten o kadar mutlu döndüm ki eve dönüp kapımın önünde sızıp kalan sarhoş adamı görene kadar, yere bile basmıyordum sanki. Bir bu eksikti. O evle ilgili canımı sıkan bir sürü şey vardı zaten. Yok efendim üst komşum benim yerime kardeşi gil otursun istiyormuş da evden taşınayım diye kurduğu tuzaklar, zamanlı zamansız ev eşyalarını itip çekerek gürültü çıkarmalar, balkonuma attığı karpuz kabukları, gece yarıları kapıma vurup kaçmalar; yok efendim sırf tıpı bitirdi diye onunla evlenmeye can atıyormuşum gibi kendini beğenmiş tavırlar takınan paranoyak yan komşu; yok efendim eve yarasa girmeler, şunlar, bunlar...

          “Eh!” dedim, “Tabii! Bir sarhoş bir yerde sızıp kalacaksa bu elbette benim kapım olur! Aloo! Hoop! Kalksana lan!” Karnını tekmeliyordum. Sonunda adamın ağzından bir kelime çıktı:
     “Zeyneöp...”
     Yakasından tuttum:
     “Zeynep meynep yok burda! Hadi koçum hadi! Başka kapıya!”
     “Ben sana iteklemeyi gösteririm lan kahpe!” dedi sallana sallana kalkarken, sonra zar sor asansöre bindi.
          Ben bu olayı anlamıyorum arkadaş! Yani iki dakika önce ne güzel romantik komedili anlar yaşarken niye şimdi Ayşecik’in taksi şoförlüğü yapan annesi gibi davranmak zorunda kalıyorum? Yani niye böyle saçma sapan şeyleri hep ben yaşıyorum? Bıraksalar ya hep cool olsam işte. Yemin ediyorum Tophaneli Osman’a döndüm ya. İki dakika önce entel dantel bir kızdım, şimdi hiç tanımadığım hanzonun birinden küfür yedim. Bak onu da tanımıyorum, onu da tanımıyorum. Ama hep bana kendimi iyi hissettirecek tanımadıklarımla karşılaşsam ya. Ya da biz hep tanımadıklarımıza karşı onları iyi hissettirecek tanımadıkları olsak. Yani aynı kapıya çıkıyor ikisi de. İşte o zaman ihale bana kalıyor. Yani ben o dingille böyle langur lungur konuşmasaydım böyle olmayacaktı belki de. İç yüzümü afişe ettirdi gibi oldu.
          Yürüyüş yapmak için güzel bir sabahtı. Gizli makyajımı yapıp evden çıkmıştım. Benim apartmandan çıkmamla, onun, apartmanın önüne gelmesi aynı saniyelerde oluyordu, her zamanki gibi. Merdivenlerden indim, aynı hizada yürümeye başladık. Karşıya bakarak “günaydın” dedim. Cevap vermedi. Bir dakika boyunca cevap vermeyince, hiç cevap vermeyecek gibi düşündüm. Acaba benim için giderek daha da heyecanlı olurken o tüm bunlardan sıkıldı mı diye düşünürken:
     “Meriç.” dedi.
     Elim ayağım boşalmıştı. Muhtemelen benim günaydın beklediğim gibi o da adımı söylememi bekliyordu. Ama yapamıyordum. Dilimi kilitlemişlerdi sanki. Doğru anı bekledim ama bir türlü gelmedi. Tek bir kelime daha söyleyemeden yürüyüş sona erdi. Benim apartmanıma yaklaştık, bir de baktım sarhoş adam, elinde sopayla gayet ayık biçimde beni bekliyor.
     “Oha!” diye bağırıp geri dönüp, yürüdüğüm yolu bu kez koşmaya başladım.
     “Gel lan buraya!” deyip beni kovalamaya başladı. On saniye bile geçmeden adam o kadar yaklaştı ki benimle aynı hizada koşmaya başladı. Döndüm bir de baktım benimle aynı hizada koşan Meriç’miş. Beni kolumdan tutmasıyla caddeye atlamamız bir oldu. Caddenin karşısına geçer geçmez hemen önümüzdeki inşaat hâlindeki binaya daldık. Merdiven falan görmediğim için demirlerinden tırmanmaya başladım. Enerjim tavan yapmıştı ve kesinlikle yorgunluğumu veya korkularımı dinlemiyordum. Beni sopayla kovalayan adam umurumda bile değildi bence. Sanırım bilinçaltım Meriç’e aksiyonda sınır tanımadığımı, benden asla sıkılmayacağını ispat etmeye çalışıyordu. Üçüncü kata geldiğimde durdum. İnsanlar bize bakıyorlardı, fotoğrafımızı çekiyorlardı. Nefes nefese kalmış halde:
     “Fazilet.” dedim.
     Bana baktı, gözleri parladı, kahkaha attı. İnşaat alanından üstümüzdeki tozları silkeleyerek çıkıp, herhangi bir yürüyüşten döner gibi döndük.
          Gazeteye manşet olmuştum. Fotoğrafta yüzümü ekşitmiş, inşaatın demirlerine tutunmuştum. Bu fotoğraf neyin nesiydi bilmiyorum ama benim o an hissettiklerimin yüzüme yansıması değildi. Öyle olmasını çok isterdim. Bir şeye bozulduğumda yüzüm bunu çok güzel yansıtıyor fakat heyecanlarımın karşılığı ya somurtmuş, ya ekşimiş surat. Gazeteyi okuduğumda moralim çok bozuktu ama bunun manşet oluşumla bir alakası yoktu. O sabah yürüyüşe gelmemişti. Gazeteyi gördüğü için benden uzaklaşmaya karar verdi desem bu imkansızdı. Çünkü yürüyüşten döndüğümüzde gazeteler daha yeni dağıtılıyor oluyordu hep. Gelmemek kendiliğinden verdiği bir karardı. Bu herhangi bir gün olsaydı, herhangi bir gün gelmeseydi, hastadır, halsizdir, uyuyakalmıştır, bir sürü sebebi olabilirdi. Ama o sabah, kafamdan mazeret uyduracak kadar pozitif olamazdım. Sadece gelmemişti ve benden kaynaklı bir sürü nedeni olabilirdi. Benden sıkılmış olabilirdi, artık zamanını çocuk oyunu oynar gibi geçirmek istemiyor olabilirdi, bir daha benim yüzümden insanlara madara olmak istemiyor olabilirdi, ben eğleniyorken o sandığım kadar –benim kadar- eğlenmemiş olabilirdi, benden sıkılmış olabilirdi, benden sıkılmış olabilirdi. Bu düşüncelerin içimi kemirdiği uzun, berbat bir günün gecesinde yatağıma uzanmış, biraz olsun her şeyden uzaklaşmak isterken, okuduğum kitabın neden o paragrafı karşıma çıkmıştı? Benden ne istiyordu? Yeterince çaba sarfetmemiş miydim? Yoksa laubalilik mi yapmıştım farkında olmadan; onu kaybetmeyeyim derken sıkmış mıydım yoksa? Adını bile soramazken nasıl yapabilirdim ki bu kadar şeyi? Ya şöyle karşıma çıkıp bir tane sihirli küre adam akıllı anlatsa senin suçun bu, bu, bak burada böyle yaptın, burada böyle dedin dese, yok çok ciddiyim söz veriyorum öyle korktum, ay, uy, vay küre konuştu, aman da cin mi, aman da uzaylı mı ayaklarına girmeyeceğim. Gelsin, anlatsın, gitsin ya bak kimseye de anlatmam, sır olarak kalacak bende.
          Vazgeçtim. Suçu kendimde aramaktan vazgeçtim. Sevmek suç mu lan dedim, kafamda hallettim, her sabah yürüyüşe gelmesini bekledim. İki hafta boyunca gelmedi. O inşaat binası onu son gördüğüm yerdi. Artık ümidi kesmiştim ama olur da karşılaşırsak beni bıraktığı gibi bulmasını istemedim. Neden bilmiyorum, istemedim. Saçımı kısacık kestirmeye karar verdim, kuaföre gittim. Bir gelinle ilgileniyorlardı, bir saat bekledim. O süre zarfında gelinle konuştuk, güldük, fikir verdim, saçına yardım ettim, kuaförün çırağı gibi olmuştum. Gelin o kadar kibar ve güzeldi ki bunu yapmaktan zevk alıyordum. En ufak bir şey yapsam yaptığım şeyi övüyordu. Kuafördeki herkesi de. İnsanlara kendilerini nasıl iyi hissettireceğini biliyordu. O zaman anladım neden kuafördeki herkesin onun için seferber olduğunu. Ben de onun için kendisini iyi hissettiren bir yabancı olabilmiştim. Bunun verdiği mutlulukla, ben ve kuaför çalışanları hep beraber onu düğün arabasına uğurlamak için kuaförden çıkıyorduk. Sanki çocuğumuzdu giden. Düğün arabasının önünde, damat kıyafetinin içinde, ağzı kulaklarında, Meriç’i gördüğümde kuaförden dışarı atacağım adımı geri çektim. Koyu renkli camın arkasından izledim onları, nasıl mutlu olduklarını. Saçlarıma kıymaktan vazgeçtim. İkinci bir değişime gerek yoktu çünkü. Değişen bir şey vardı. Ben onu bıraktığım gibi bulmamıştım. Evet, aramızda bir şey vardı. Ne olduğunu hâlâ anlayamıyorum ama ne olmadığı gayet açıktı. Belki artık hayatının bambaşka bir yöne çevrileceği düşüncesinin gerginliği onu sabahları erkenden uyandırıp o yola sürüklüyordu. Belki o doğru kişi mi diye kuşkulanmaya başlamıştı yol bitmeye yaklaştıkça ve bir başkasıyla konuşunca onunla da aynı şeyleri hissediyor mu diye merak ediyordu. Belki her şey dört dörtlüktü ama film tadında bir şeyler eksikti ve bunu yaşamadan bir şeylere bağlanmak istemiyordu. Kafasındaki bir soru işaretini cevapladığımın veya eksik olan bir şeylerini tamamladığımın farkındaydım ama bu iyi hissettirmiyordu. Karı – koca beni büyülemişlerdi ve o gelin Meriç’e benden daha çok yakışıyordu. Her şeyin farkındaydım ve bu iyi hissettirmiyordu. Bunu asla yapmazdım ama isteseydim bile karşısına çıkıp sitem edecek tek bir kelimem bile yoktu. Bana umut verecek ne yapmıştı ki? Verecek kimsemin kalmadığı sevgiyi saçlarıma bıraktım. Saçlarımı daha çok severek eve döndüm.
          Eve döndüğümde sarhoş adamı elinde rakı şişesiyle paspasımda otururken gördüm. Beni görünce ayaklandı, ben sakin sakin ona yaklaştım. Sakinliğimi görünce, hızlı hızlı üzerime yürürken duraksadı.
     “Rahatsanız sorun değil paspasımda oturabilirsiniz.” dedim. Gözlerimi dolu görünce onun da gözleri doldu.
     “Hatta sizin bile olabilir.” derken gözümden bir damla yaş düşünce, sarhoş adam, asansörün kapısına oturup ağlamaya başladı.
     “Abla, seviyorum ben Zeynep’i.” dedi,
     “Bu güzel bir şey.” dedim.
     “Yok abla yook, tek taraflı olmuyor.” deyip hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
     “Olsun. Sevmek her zaman sevmemekten daha iyidir.” dedim.
Rakısını bana uzattı. Almak için elimi uzattım, sonra kendime geldim, karnına bir tekme attım!
          “N’oluyor lan!” dedim, “Ne lan bu arabesk havaları? Yok sevdiğim adam, evlenmeler, sarhoş kıro muhabbetleri, rakı kokuları, bilmemneler!.. Bas git lan bu apartmandan! O Zeynep de inşallah top sakallı, küpeli bir herifle evlenir de sen de ağzını ayırıp bakarsın! Bok herif! Çık lan apartmandan!” dedim,
     “Ne diyon lan sen!” diye şişeyi ters tarafından tutup ayaklandı. Koşa koşa son anda eve girdim, kapıyı suratına kapattım. Yaşadığım için mutluydum.
          Salona girdim, radyoyu açtım. Sokağın ışıklarıyla oda aydınlanıyordu, yeni bir ışık eklemedim. Pencereden dışarıyı izliyordum. Şimdi ne mutluydum ne de mutsuz. Üzülüyordum kendim için ama böyleydi. Ne üşüyordum ne ısınıyordum. Bomboştum. Bu akşam bu sokak gibi, öyle bomboş.
          Radyoda Ripple çalıyordu.

FAZİLET AYDIN
21.10.2012

mavi ışık kazanı


          Yaptığım çocukluktu. İnternetle iletişimin ilk yayıldığı zamanlarda, kendini en pahalı mesleklere sahip, en büyük şehirlerde yaşayan, o şehirlerin de en lüks semtlerinde oturuyor gibi tanıtan işsiz güçsüz adamların yaptığı gibi, o ayarda bir şeydi. Gereksizdi, zaman kaybıydı ve beni ben yapan özelliklerimi sarsıyordu. Çünkü ben, o sohbet odasında, New York'ta yaşayan bir Türk'tüm. Ne tesadüftür ki New York'ta yaşadığını iddia eden Türk bir çocukla sohbet ediyordum. Sohbetimiz kısa sürmüştü fakat o kısa zamanda çok eğlendiğimiz için aynı anlarda internete giremesek bile mail yoluyla yazışmaya devam ettik. İlk zamanlar üyff öyle sosyal hayatım vardı ki ayda bir falan bakabiliyordum maillere. Saygılı karakterinden olsa gerek, ben cevap yazmadıkça ikinci bir mail atmıyordu. Birbirimize New York sokaklarının muazzamlığından, hafta sonu akşam güneşinde yapılan bir yürüyüşün güzel olmayan her şeyi unutturduğundun, 14. caddedeki "Mystery Cake" çocuk pastanesinin önünden geçerken soluduğumuz pişen hamur kokusundan bahsediyorduk. Bazen edebiyattan, bazen klasiklerden, bazen de Mor ve Ötesi'nden... Üniversiteyi bitirip eve dönmemle durağanlaşan hayatımda haftada bir yer almaya başladı. Zaman ilerledikçe anladım ki o gerçekten New York'ta yaşıyordu. Verdiği ayrıntılar, benim de bildiğimi düşünerek, korkusuzca verdiği ayrıntılardı. Ben ise durumu gayet iyi idare ediyordum. Şehirden çok, insana dair yorumlar yapıyor; yaşadığım yerde gözlemlediğim günlük yaşamdan bazı şeyleri New York üzerinden yorumluyordum. Evde zaman ilerledikçe hiçbir şey değişmiyor; hiçbir şey değişmedikçe her şey eskiye gidiyordu. Telefonu elime aldığımda "Kiminle mesajlaşıyorsun sen?" diyordu babam; ortaokuldaki gibi, lisedeki gibi. Ve annem, çalışacağım şirket, yaşayacağım şehir hakkında ardı arkası kesilmez yorumlar yapıyor, fikirler sunuyor, neredeyse karar veriyordu; lise, üniversite tercihlerim gibi; ortaokuldaki gibi, lisedeki gibi. Uzunca düşündüm bunun sebebi ne olabilir diye; gözlerinde büyümememin, aradan geçen yılların gördüğüm muameleyi değiştirmemesinin, hayatıma getirdikleri kısıtlamaların ve müdahalelerin hiçbir yol katetmemesinin sebebi ne olabilir diye, sonunda buldum. Pijamamdı! Bütün sorun buydu! Her şeyim değişmişti: saç kesimim, dişlerim, cildim, boyum, renk seçimlerim; ama pijamalarım hep aynıydı! Üstü kısa kollu, altı kapri. Çocuk pijaması gibi! Onların gözleriyle kendime bakınca kendimde eskiye dair tek izi bulmuştum işte! Bunu farkettiğim gece uyuyamadım. Ertesi gün olup alışveriş merkezine koşup o televizyonda gördüğüm genç kız pijamalarından alıp artık gözlerinde büyümek için sabırsızlanıyordum. Ertesi gün aynen bunları yaptım ve temiz bi para ödedim. Pijamayı çantamın içine sıkıştırdım ve eve döndüğümde kimseye göstermedim. Akşam olup pijamayı giydiğimde sanki hep o pijamayı giyiyormuşum gibi davrandım. Babam bir ara arkamdan baktı:
"Kıçındaki yamayı sen mi diktin?" dedi, güldü. Pijamaya aykırı kumaşla tasarlanan arka cebi kastediyordu. Cevap bile vermedim. Birden bire gözlerinde büyümemin verdiği çekememezlikten, sinir bozukluğundan kaynaklı bir dalga geçme ihtiyacıydı işte. Hiç oralı oralı olmadım.
          Tatile gideceğimiz gün annem:
"Ne götüreceksen yatağın üstüne koy, ben valize dizerim." dedi. Hemen pijamayı da koydum. Aldığımdan beri sadece o pijamayı giyiyor, annemle babamla daha az konuşuyordum. Ama neye çok değer verdiysem zarar gördüğü hayat tecrübeme dayanarak, mavi pijamayı da koydum: üstü kısa kollu, altı kapri. Çocuk pijaması gibi! Tatilin ilk gecesinde, yolun da verdiği yorgunlukla hemen uyumak istedim. Zira herkes uyumuştu. Pijamamı aradım, elime sadece mavi pijama geldi. Bütün valizleri aradım, genç kız pijamam yoktu! Hemen annemi uyandırdım:
"Pijamam nerede?"
"Haa diğeri mi? Onu koymadım. Bir hafta için iki pijamaya ne gerek var kızım! Hem baban valizleri çok doldurma dedi."
"Öyleyse bıraksaydın da hangi pijamayı alacağıma ben karar verseydim!" dedim, sinirimden uyuyamadım. Ertesi sabah annemle konuşmadım, denizde bile trip attım. Yüzerek yanıma geldi:
"Her şeye çok çabuk somurtuyorsun. Hiç şükretmiyorsun. Koskoca tatilde bir pijama için surat asıyorsun." diye nutuk çekti, ortaokuldaki gibi, lisedeki gibi.
"Sorun pijama değil anne! Anlamıyorsun! Benim adıma karar vermen!" dedim.
"Yazın kaprili pijama daha rahat olur diye düşündüm." diye devam etti, anlaşamadık. Ama madem eskiyi hatırlatan özelliklerimden biri de buydu; onu da bıraktım. Hiçbir şey için somurtmadım. Dişlerimi sıktım, umursamazlıktan geldim.
          Bir gün annemle babam konuşuyorlardı, New York falan dediler, bu ne muhabbet dedim, yanaştım.
"Yaptıklarını hastalıkla ödüyor işte." dedi babam.
"Kim?" dedim,
"Sen tanımazsın." dediler; ortaokuldaki gibi, lisedeki gibi. Ben de gizliden dinledim. Babamın New York'ta yaşayan amcası hastaymış. Ben öyle bir amcası olduğunu bile bilmiyordum. Dedemlerden beri ailecek küslermiş meğer.
          Hiç Amerika hayalim olmamasına rağmen, New York'ta olduğumu hissetmek beni mutlu ediyordu, bana olduğum yeri unutturuyordu. O yüzden mailleri neredeyse her gün kontrol etmeye başladım. Her gün New York, her gün sokaklar, her gün klasik müzik, her gün edebiyat, her gün kabartma tozu, vanilya kokuları... Ve bir gün:
"Buluşalım mı?"
Al sana ananı niyolayi yee ye, dedim ve laptopu çarparak kapatıp dolaba gömdüm.
Bir hafta sonra kuzenimle eşi bize misafir oldular. Ben onlara kahve yaparken, kuzenimin eşi annemlere Antakya'da çalışmamı öğütlüyordu. İş arkadaşlarımla yemeğe çıkmak için babamdan izin alacak halim gözümün önüne geldikçe kahve taşıyor, kahve taştıkça ben köpürüyordum. Kalan yarımşar fincan kahvelerini servis ettim, direk odama gittim. Onlar benim hayatım üzerine plan yapadursunlar; ben ise bir çocuktan beklemeyecekleri kadar para biriktirmiş, New York'a gidiyordum. Laptopumu gömüldüğü yerden çıkarıp mail attım:
"Önümüzdeki beş gün dışında her gün olabilir. Nerede, ne zaman? Zevkine güveniyorum."
          Küçük bir çanta hazırladım, New York'ta pansiyon fiyatları tahminimden fazla olabilir diye babamın hasta olan Vehbi amcasının telefonunu babaannemlerin telefon defterinden arakladım.
          New York'a ulaştığımda bütün kaslarım gerilmişti. Havaalanında bindiğim taksiden iner inmez karşılaştığım ilk çöpe kustum. Ne yaptığımı düşünüyor, titriyordum. Girdiğim ilk pansiyonun bütçeme çok uygun olması içimi büyük ölçüde rahatlattı. Taksi şoförüne danışmakla doğru yapmıştım. Rahat bir uyku çekip ertesi sabah heyecanla uyandım. Buluşacağımız gün gelmişti. Bu çocuk hakkında hiçbir fikrim yoktu. Tarzı, boyu, kilosu,... Hiçbirinin önemi yoktu. Onunla bir gelecek düşünmüyordum. Onunla hiçbir şey düşünmüyordum. Sadece anı yaşıyordum, hayatımda ilk kez! Sabah erkenden çıkıp pansiyonun civarını gezdim. Yaşadığım yer olarak buraları anlatacaktım. Güzel de bir elbise çektim, bir çift de ayakkabı. Buluşacağımız yer için yine taksiye güveniyordum. Onu nasıl tanıyacağım ise çok kolaydı: masasına bir abaküs koyacaktı. Bu yaptığımız bir geyikle ilgiliydi, arkadaşlığımızın sembolü gibi bir şey oldu. Taksi beni restoranın önüne getirdiğinde fazlaca lüks bir yer olduğunu gördüm. Elbiseyi alırken biraz fantezi gibi gelmişti ama şimdi ne kadar isabetli bir karar olduğunun farkına vardım. Asansöre binip üst kata çıktığımda, camekandan masalara göz gezdirdim. Abaküs yoktu. Masaların arasında dolanıp kendimi madara edecek takatim de kalmamıştı. İkinci kez bakmadan kendimi dışarı attım. Pansiyona dönmedim. Restoranın civarını dolaştım, bütün cadde lükstü. Nedense Vehbi amca geldi aklıma. Arayıp, onu ziyarete geldiğimi söyleyip, evinin adresini isteyecektim. Telefonu kızı açtı, evi tarif etti. Vehbi amca iki gün önce ölmüş. Eşi Feryal yenge, ben doğar doğmaz beni ilk kucağına alanın Vehbi amca olduğunu anlattı. Balkona çıkmış, şehrin şaaşaasını izlerken telefonum çaldı, annemdi. Belki beş yüzüncü arayışıydı, bu kez açtım. Herhangi bir telefon konuşması yapacakmışız gibi normal karşıladım.
"Neredesin sen! Günlerdir seni arıyoruz!"
"Neden sordun?"
"Fazilet yeter artık! Kâh ona küsersin, kâh bunu beğenmezsin; öylesiyle böylesiyle seni memnun etmeye çalışıyoruz; ama bu kadarı haddini aştı artık!"
"Asıl siz beni öldüreceksiniz! Siz!.. Ben size eşantiyon olarak gelmedim dünyaya! Benim bir hayatım var! Kendi hatalarım, kendi mutluluklarım, kendi hayat derslerim, kendi pişmanlıklarım var! Hayata tutunmaya çalışıyorum. Beni mutlu edecek, düzenli bir hayat kuracağım bir şehirde yaşamayı planlıyorum. Ben yapıyorum bunu ben! Ama siz, siz benim için her şeyin zaten en iyisini düşünürsünüz ya, beni ilk kucağına alan insanla tanışmamamın daha iyi olacağına karar verdiniz!"
"Fazilet? Bir dakika neredesin sen?"
"Vehbi amca ölmüş anne! İki gün önce ölmüş! Evet! Ben hiç tanımadığım akrabamızın hasta olduğunu duyunca sizden daha çok endişeleniyorum! Onu merak ettiğim için geldim ama yetişemedim! Sandığınızdan daha büyüğüm! Hatta bazen sizden bile daha büyük olduğumu düşünüyorum!" diye ekilmiş olmamın verdiği siniri, yalanlar söyleyerek, ona sinirlenmiş gibi, annemden çıkardım. Ortaokuldaki gibi, lisedeki gibi.
"Ne zaman döneceğime ben karar vereceğim!" deyip, vereceği hiçbir cevabı dinlemeden telefonu kapattım. Nedense zaten cevap vermeyecekmiş gibi geldi o an. O gece Vehbi amcalarda kaldım. Elbisem ne hasta ziyaretine, ne de cenazeye uygun olduğu için yalan söylediğimi anlamışlardır. Ertesi sabah bana mail gelmişti. Buluşmaya gelemediği için çok üzgün olduğunu, bunu eğer bugün onunla buluşursam bu akşam açıklayacağını yazmış.
          Onunla bir gelecek düşünmüyordum, onunla hiçbir şey düşünmüyordum. Haliyle bana güven vaat etmemişti. O halde sarstığı bir güven de olmamalıydı. Dolayısıyla beni ekmesi beni yaralamamış olmalıydı. Ama yine de ezik gibi kabul etmeden önce ona söylemem gereken bir şey vardı:
"Sen buluşmak için benim kadar hevesli değilsin."
Kısa bir süre sonra cevap geldi:
"Orada dur bakalım küçük hanım. Benim seni merak ettiğim kadar, sen beni merak etmiyorsundur emin ol."
          Küçük hanım... Hoşuma gitmişti ama çocuğu bunu söylerken gözümün önünde canlandıramıyordum.
          Elbise, ayakkabı, taksi...Ve ben yine restoranın önündeydim. Asansöre bindim, üst kata çıktım. Camekandan masalara göz gezdirdim. Tam karşımda krem rengi takım elbiseli, saçları bembeyaz bir adam, titreyen elleriyle abaküsün boncuklarıyla oynuyordu.
          Elbette, yaşlarımızı sormamıştık. Ve elbette, küçük hanım. Yanına gittiğimde o kadar mutlu ve rahattım ki, hiçbir şeyin bu anı bozmasını istemedim. Başını ağır ağır kaldırıp bana baktı: gözleri parladı, gülümsedi, gamzeleri belirginleşti.
          Hiçbir şey söylemedi, çünkü böyle anlaşmıştık. Hoşgeldin, nasılsın, ne yaptın tarzı kelimelerle muhabbetimizi sıradanlaştıracak bir başlangıç yapmayacaktık. Biraz susacaktık, ki tebessümlerimizi konuşturalım.
"Küçük bir kadınla aynı masayı paylaşıp Türkçe konuşmayalı yıllar oluyor."
"Ben ise ilk defa yaşıtım bir erkekle yemeğe çıkacağımı düşünmüştüm. Ama buna hazır olmadığımla yüzleşmem gerekiyormuş demek ki. Sizi görür görmez gerginliğimin geçmesi bu yüzden sanırım."
"Aslında her zaman planlı programlı, hatta abartmıyorum, dakik bir insan oldum. Ama sağlık, planlarıma uymuyor."
Beni ekmesinin özrünü bu şekilde diledikten sonra saatlerce konuştuk, güldük, bize baktılar, sustuk, tekrar konuştuk.
          Ona gerçeği anlattım. Onun için New York'a gelmemin, New York'ta yaşamamdan daha çok mutlu ettiğini söyledi. Vedalaştık. Elimde bir abaküsle pansiyona döndüm.
          Eve döndüğümde babam hoşgeldin deyip gülümsedi, annem de mutfaktan hoşgeldin diye seslendi. Beni boğmamak için aralarında anlaşmış olacaklardı. Bir saat sonra annem odama girdi. Biraz konuşup bazı şeyleri yanlış anladığımı izah etti. Vehbi amca beni görmemiş bile, beni amcamın büyük kızıyla karıştırmışlar.
          “Biz her şeyin farkındayız kızım. Sen burada misafirsin. Şurada kalıp kalacağın bir sene. Sonra kim bilir nereye gideceksin. Ama o zaman seni o kadar az göreceğiz ki, kiminle görüşüp kiminle mesajlaştığını öğrenmeye zaman kalmayacak. Bunlar son meraklarımız. Değil tatilinde giyeceğin pijaman, tatilin bile bizden bağımsız olacak. Ve tabii ki bu senin hayatın. Tecrübe edindiğini görmek bizi rahatlatıyor, ki budur gözümüzde seni en çok büyüten.
          Seni ilk kucağına alan anneannendi. Ben mezarlıktasın zannettim. Ödüm koptu.”
          Alnımdan öperek odamdan çıktı. Mavi pijamamı giyip yattım. Sabaha karşı uyuyakalmışım.

FAZİLET AYDIN
06.09.2012

mavi ışık kazanı

“Çocukluğuna dönmek” denince insanların içinde çok güzel duygular uyanıyor ya böyle, ne tırttan bir uyanıştır o. Vay efendim çocuklukları çok güzel geçmiş de o günlere geri dönmüşleri yaşıyorlarmış. Bi daha yaşa desem yaşamazsın bezeveng. Çok mu ileri gittim? Belki de benim döndüğüm kısmı uyuz etti beni. Belki de çocukluğumun başka bir sahnesine dönseydim böyle olmayacaktı ama olan oldu işte. Çocukluk totalde güzeldir çünkü.
11 yıldan sonra Antakya’ya kar yağdı. Annemle babamla kendi yöntemlerimle yurt dışına çıkma konularını tartışırken, bana pencere dışında yağan karı gösterdiklerinde salak gibi, düzeltiyorum, çocukluğumdaki gibi tartışmayı, ne için izin almaya çalıştığımı unutup kara koştum. Hemen üstümü giyindim, en kalını o olduğu için yıllar önceki montumu giydirdiler, en son ortaokulda taktığım beremi taktılar, babam kendi atkısını sardı üstüme, dışarı yolladılar. Çıkmadan önce aynaya baktım, bir şeyler tersti evet sanki on bir yıl sonra kar yağmamış, ben o kadar önceye gitmiştim ama bununla yüzleşecek kadar vaktim yoktu zira orada yağan kar pek tutmazdı. Erimeden hemen koşayım dedim. Tam tamına on bir yıl bir haltı değiştirmemiş, aynı şey oldu. Sanki sabaha kadar oynasam doymayacakmışım gibi gelse de, parmaklarım kesilmiş gibi acıyınca çok sürmeden koşa koşa eve döndüm. Pencereden izlemek daha güzel geliyordu artık.
Ertesi sabah annem çığlık çığlığa uyandırdı, kar tutmuş meğer. Apartmandaki bütün çocuklar aşaadaymış, kardan adam yapıyorlarmış, bana onlara katılmamı söyledi. Yaşıtlarımı ve benden büyük olanları tek tek saydı, hepsi oradaymış. “Oha!” dedim. Hemen üstümü giyindim, en kalını o olduğu için yıllar önceki montumu giydirdiler, en son ortaokulda taktığım beremi taktılar, babam kendi atkısını sardı üstüme, dışarı yolladılar.
“Ben kendi atkımı takıcam bırak bu sefer.” dedim, babam:
“O ince olur artistlin gereği yok bu havada.” dedi,
“Tamam.” dedim çıktım.
Küçükken annem beni günlere götürmek isterdi, ben istemezdim, o zaman bana şu da gelecek, bu da gelecek diye bütün yaşıtlarımı sayardı. Önceki güne gitmediğim için de hepsinin beni sorduğunu söylerdi. Süslenip püslenip en güzel kıyafetlerimi giyer giderdim, bir de bakardım hepsinin kardeşleri gelmiş. Büyüklerin yanında oturamazdım, tuhaf kaçıyordu çünkü. Her şeyde düzenli bir sınıflandırma olurdu günlerde. İkramlarda dahi, kendilerine büyük tabak, çocuklara orta boy tabak kullanılıyor, çocuklara özel oda ayrılıyordu. Büyük tabakların arasında orta boy tabakla yüksek bir koltuğa oturup sohbetlerini dinlemek parazit gibiydi. Çocukların odasına geçer otururdum. Onlar da kendilerini yaşça büyük biri oyunlarına eşlik ediyor diye önemli hissederlerdi.(demek istesem de oyunlarına dahi sokmazlardı.) Dört saat boyunca çocukların vızıltısını dinlerdim, börek, pasta ve meyve suyu da tesellim olurdu.
Apartmandan dışarı çıktığımda gördüğüm manzara beni olduğum yerde durdurup kendini on saniye izletti. Yavaş yavaş hatları belli olan koca bir kardanadam ve etrafında ona kar monte eden apartmandaki yaşıtlarımın kardeşleri. En büyüğü benden üç yaş küçüktü. Yanlarına gittim:
“Kolay gelsin.” dedim.
Kimse cevap vermedi.
“Çok güzel oluyor.” dedim.
Kimse cevap vermedi.
Direklerin altında biriken temiz karlardan toplayıp kardanadama ben de monte etmeye başladım. Kendi aralarında konuşmalarını dinliyor, onlar gülünce ben de gülüyordum.
Bir süre sonra tahammül edemeyip, yaşça onlardan büyük olduğum için onlardan daha güzel kardanadam yapacağıma inanarak aynı hizada ben de bir tane kardanadam yapmaya başladım. Tek başına olduğum için çok yavaş ilerliyordu ve de civardaki temiz karları onlar aldıkları için karşıdaki arabalara gitmem gerekiyordu her seferinde. Arabaların üstünden toplayıp taşıyordum. Yavaş yavaş yükseliyor ve iç kısımda boşluk olunca çöküyordu yan yan.
Anneler çocuklarını zor durumda gördüklerinde, müdahale etmekten kendilerini alıkoyamazlar pek. Mesela on yaşında iki çocuk birbirlerine laf atsalar, birinin annesinin balkondan aşağı bağırarak diğerine cevap verdiğine çok şahit oldum ben.
Annem ‘arkadaşlarımla’ kardanadam yapışımı pencereden izlemek istemiş olsa gerek, belli ki dışlandığımı gördü, o da dışarı çıktı. Dışlandığımı çaktırmamak için diğerlerinin yanına dönüp o kardanadama kar monte etmeye başladım. Gülerek konuşmaya başladı hepimizle tek tek. Kardanadama iltifat etti, sorular sordu, ortamı ısıtıp eve döndü. Ama ben annem gidince beni dışlayacaklarını biliyordum ki zaten. Yaşadıklarımdan ders alan ve hayal kırıklığına uğramamayı öğrenen bir insanım ben çünkü. Büyümek böyle bir şey zaten. Ohooo çocuklar beni dışlamış da bilmem ne ben böyle şeyleri kafaya takacak yaşı çoktan geçtim. Çoc…. Ço… Çocuklar? Haa onlar gittiler bile. Annem gittikten beş dakika sonra hepsi evlere döndü. Ben inmeden önce yeterince oynamışlar demek ki doymuşlar. Elleri, parmakları kesilmiş gibi olmuştur artık. Duramazlardı zaten. Çocuk bünyesi öyle pek dayanmaz biz büyükler kadar.
Kardanadamla baş başa kaldım be daha ne. Arabayla geçenler bakınca sanırsınız hepsini ben yapmışım gibi düzeltmeler yaptım böyle. En son giden çocuk da kendi beresini kardanadamın başından alıp eve gidince başı kel kaldı. Sonra kendi şapkamı taktım ona. Kulaklarım üşüdü, ellerim de parmaklarım kesilmiş gibi acıyordu. Kardanadamın karşısına geçtim, uzun uzun baktım: “Bokuma benzemişsin.” dedim. “Şapkam olmasaydı ona bile benzeyemeyecektin.” dedim. Fotoğrafını çektim. Şapkam olmayınca güldüğü daha çok belli oluyordu onu fark ettim. Apartmana girmeden önce arkama dönüp baktım, zeminini hazırladığım kardanadamı yan apartmanın çocukları kartopu oynamak için kullanıyorlardı.
Eve girdim.
“Oynadınız mı?” dedi babam.
“Evet.”  dedim.
“Biraz daha oynasaydın keşke.”  dedi.
“Herkes gitti ya kardanadamla mı kartopu oynayacaktım!” dedim.
“Hani çektin mi fotoğrafını?” dedi.
“Evet.” dedim, gösterdim.
“Ne güzel yapmışlaaar.” dedi.
“Ben de yaptım!” dedim.
“Çok güzel olmuş.” dedi.
“Bak o benim şapkam!” dedim.
“Oooo çok yakışmış.” dedi.
Dışlanmış çocuğun ebeveyn tesellisi kokan diyaloglara tahammül edemeyip içeri geçip pencereden karı izlemeye devam ettim. Küçük çocuklar kartopu oynuyordu. Bi tanesi geride durup onları izliyordu. Ona baktım, ‘benim gibi’ diye düşünüyordum, bir de baktım benim çocukluğummuş meğer. Kırmızı kapüşonlu kafasını kaldırdı. Uzun uzun bana baktı.
“Bir daha sana dönersem en adiyim.” dedim, perdeyi kapattım.

FAZİLET AYDIN
27/01/2012

mavi ışık kazanı

Yolun sonuna gelmiştim galiba. Bitmişti işte. Bayram tatili için memleketime dönüyordum ve Arzu yengeye anlatacağım hiçbir komik anım yoktu. Her bayram tatilinde, her yarıyıl tatilinde, her yaz tatilinde mutlaka başıma ya aşırı komik ya da trajikomik ama komik ağırlıklı olan birden fazla olay gelirdi ve hepsini Arzu yengeye tek tek anlatırdım. Dayım kahkahalar atardı, sen bunları bir yere yaz mutlaka derdi, “Fazilet’in üniversite anıları” diye kitap olur derdi; Arzu yenge ise “Yine mi başına bir şeyler geldi! Gene mi bir sürü şey anlatıp başımı şişireceksin off!” diye şaka olduğu hiç belli olmayan şakayla isyan eder, merakla dinler, gülerdi. Başkaları misafirliğe gelirse onlara da anlattırırdı: “Şu elsivakikide çalışan Doğan vardı ya hani onu anlat.” derdi. Ama derdi işte! Neden “der” diyemiyorum? Neden “yine böyle diyecek” diyemiyorum? Okulun başından bayram tatiline kadar Arzu yengeye anlatacağım hiçbir olay yaşamamak ne demek! Bu değişmezdi ki. Anlatacağım olaylar beş taneyse belki Arzu yengenin zoruyla dört taneye indirirdim ama anlatırdım! Bu değişmezdi. Kendime itiraf edemediğim şeyi çok iyi biliyorum. İçimden söyledim çünkü. Benim bile duymayacağım kadar içimden itiraf ettim o davranışlarımla, hareketlerimle, konuştuklarımla ve tüm varlığımla reddettiğim gerçeği. Beni ilgilendirmezdi çünkü. Çünkü bu benle ilgiliydi. Ama o ben değil, diğer benle. Şimdi felsefe yapıyorum zannedecekler. Sonra da o şeye bağlayacaklar bu konuyu, hani şu içimden…neyse ne! Hiçbir şey bildikleri yok. Kimsenin bir şey bildiği yok. Çünkü alakası bile yok.
Yaşlanıyor muyum ben? Bu mu bana yaşadıklarımın anlatmaya çalıştığı şey veya yaşayamadıklarımın, anlatamadıklarımın? Komik olaylar yaşamadıysam bu yüzden mi? Halim mi yoktu onları yaşamaya veya bakış açım mı olgunlaştı da artık komik yanlarını sezemez oldum? Hani bir ilişkiyi yürütecek olgunlukta bile değildim henüz? O derece çocuk ruhluydum ve komik bir şey olduğunda bir erkeğin yanındaki kız arkadaşına yakışamayacak kadar hayvanî kahkaha atardım? Bunlar hala aynı. Öyleyse şimdi hem yaşlanmış hem de bir ilişkiyi yürütecek olgunluğa sahip olmayan biri mi oldum?
Neden sadece “denk gelmemiştir” deyip geçemiyorum üç aylık olaysızlığı? Belki çevremdeki insanlar olgunlaştı, aksini ispat edin! Garsonlar, muavinler olgunlaştı belki o yüzden artık komik değiller. Belki evlenmek istiyorlar ve o yüzden olgun davranmaya başladılar. Belki herkes evlenmeye karar verdi ve kimse komik olmak istemiyor artık, sadece çekici görünmek istiyorlar belki olamaz mı? Neden bana bağlayasınız ki? Benim yaşımla ne alakası var?
Hiç de bile eskiye göre daha duygusal değilim! O sizin kendi hüsnü kuruntunuz. Yazılarım mizahtan uzaklaşıyorsa bu ben öyle istediğim içindir.
O kadar komiksiniz ki şu anda, keşke Arzu yengeye sizi anlatsaymışım. Nedir bu başkalarının yaşlanmasından kuvvet alarak gençleşme çabanız anlamıyorum doğrusu. Âdem’in torunları değilsiniz değil mi? Yukarıdan torpillisiniz, vay saflarım benim.
Neyse ne ya benden hiç mi hiç fark etmezdi. Başıma farklı bir olay gelmediği için bayramda öyle sohbet edecektim Arzu yengeyle ve geçip gidecekti. Ama bayramda direk köye geçtiğimiz için Arzu yengeyle karşılaşmadık. Pek sevinmedim öyle çünkü benden hiç mi hiç fark etmezdi.
Amcam gelmişti köye bayram için: yıllardır görmediğim Kemal amcam. Kemal amca en komikleridir, hiç susmaz. İki günlüğüne geldiyse bile doyurur kendine o iki günde, dolu dolu ayrılır. Susup bir köşede oturmaz, sevmez öyle şeyleri. Dalga geçer, taklit yapar, soru sorar, o anlatır. Nedense bu sefer yaşlandı gibi gelmişti bana. Ara sıra uzun uzun sustuğu, konuşacak bir şey bulamadığı oluyordu. Yemek yemeyi çok severdi eskiden. Ama şimdi bakıyordum, yemeği biraz fazla kaçırsa, yüzü asılıyordu, karnını tutuyordu. Ara sıra bahçeye çıkıp bütün köyü izliyordu. Hani içimizden konuşabildiğimizi bilsem, bazı şeylerle konuştuğunu sanırdım.
Bir akşam bakkala ineyim dedim, amcam da benimle birlikte geldi. Dedemin oğlu olduğu çok belliydi. Bakkala kimin oğlu olduğunu sordu. Birkaç gün sonra gidecekti ama yine de ailesinin kimlerden ekmek aldığını öğrenmek istiyordu. O soyadını öğrenince yedi sülalesini bilme kültürü benim kuşağa kalmamıştı ama amcam senelerce başka yerde yaşamasına rağmen hiçbir soyadını ve soyadların ait olduğu aileleri unutmamıştı.
Eve dönerken suskunluk oldu. Konu açmak için değil gerçekten merak ettiğim için ona bir şey sordum:
“Amca, senin için Kırıkhan’ın anlamı ne? Ama bunu gerçekten soruyorum, şaka yapma. Benim gördüğüm sadece taş evler ve şu çay. Babam her hafta sonu geliyor. Burada ne bulduğunu anlamıyorum. Zamanında burası çok daha güzel bir yer miydi ve babam hala buraya o gözle mi bakıyor diye merak ediyorum. Çünkü yemyeşil manzarası, şelalesi, nehri falan olsa neyse diyeceğim ama yok. Sana ne ifade ediyor burası? Sadece babaannem ve dedem olduğu için mi buradasın yoksa onlar olmasaydı da büyüdüğün yer olarak burası sana güzel geliyor mu?”
Amcam biraz düşündü ama kararsızlığından değil. Kafasındakileri nasıl aktaracağını düşündü:
“Burası tabii ki de benim için çok farklı anlamlar taşıyor, sadece annem babam burada olduğu için değil; onlar olmasa da gelirdim ben. Çünkü ben burada büyüdüm. Evet, sana gözüktüğü gibi gözükmüyor bana burası çünkü ben buranın eski halini biliyorum. O yüzden güzel görünüyor hala. (çayın olduğu yeri göstererek) Şu köprünün bir dili olsa da konuşsa! Babanla, Mehmet’le (yan komşu), daha kaç tane arkadaşla gelirdik şu köprüye, taşları üst üste dizerdik sonra çaya atlardık. Yan tarafımızda yılanlar olurdu, biz şurada yüzerdik. Hiç bize karışmazlardı. Bakkal dayım sobası için bize çalı toplatırdı, kollarımız yara olurdu getirirdik: sırf bir Eskimo için! Bak bu dayımların evi var ya (önünden geçiyorduk o esnada), işte babam veya dayım bize kızdığında babanla biz buradan atlardık. Şimdi aklım almıyor! Ama o zaman nasıl olurdu bilmem, korkudan atlardık işte. Ben mesela bizim bahçeye çıkardım, Mehmet de yan komşumuz ya hani, ben çıkıp bir ıslık çalardım şöyle: ………., Mehmet de bahçeye çıkar, aynısını çalardı “fiyu fiyuu fiy fiyu fiyu fiyuuuuuu” diye!”
O kadar heyecanlı anlatıyordu ki o yokuşu ne ara çıktığımızı, eve ne ara geldiğimizi ikimiz de fark etmemiştik. Eve varınca devam etmedi.
Ertesi gün amcamla vedalaştık, köyden döndük.
Babam hep esrarengiz gelmiştir bana. Her şeyi anlatmaz, zamanla öğrenirim. Sevmez öyle röportaj yapar gibi soru sorularak hakkındakilerin öğrenilmesini. Yeri gelecek, tadında anlatılacak. Zaten gerçekten yeri gelmişse o mutlaka anlatır. Önce aklına gelir, kendi güler; güler güler; sonra neden güldüğünü anlatır. Alışkın olduğum için çok merak etmedikçe soru sormam ben babama. Ama ne anlattıysa hep dinledim. Ne anlatırsa pür dikkat dinlerim. Ona komik gelen bana da komik gelir çoğunlukla. Başkalarına gelmeyebilir ama. Herkes anlamıyor babamın esprilerini.
Bana yüzmeyi babam öğretti. “Yüzme biliyor musun?” derlerse “Babamın öğrettiği kadar.” derim ben. Ama babamın yüzmeyi nereden öğrendiğini hiç sormamıştım. O çayda olduğunu öğrenince esrarengiz geldi mesela. Çünkü düşünmem gerekirdi: babam Kırıkhan’da büyüdüyse yüzmeyi nereden öğrendi? Ama uzun yıllar sonra bu şekilde öğrendim. Eve döndükten sonraki akşam, babam televizyon izliyordu. Ona amcamın söylediklerini baştan sona söyledim, belki bir şey ekler diye. Ama bunu ona hissettirmedim, amacım sadece babama amcamın söylediklerini anlatmakmış gibi davrandım. Babam hiçbir şey eklemedi. Belki ekleyecek bir şey yoktu, belki de röportaj havası sezdi, bilmiyorum. Ama en sonunda “ıslık çalarlarmış” dediğimde, cümlemin bitmesiyle babamın aynı ıslığı çalması bir oldu. Kolay da bir melodi değil! Kısa da sayılmaz, biraz uzun bir ıslık! Nasıl yıllarca akıllarında tutuyorlar? İkisi de! Ve babam ekledi:
“ ‘Şu ıslığınızın anasına avradına başlattırma ha!’ derdi deden.”
Kemal amca da babam da yaşlı gelmiyordu bana. Onlar, tüm esrarengiz hallerini ve heyecanlarını içlerinde saklıyorlardı. Durgunluklarının yaşlarıyla bir ilgisi yoktu. Islık hafızalarındaydı. Sadece şimdiki zaman onlara ıslığı çalacak imkân vermiyordu. Kimsenin yaşlandığı falan yoktu.
Birkaç gün sonra üniversiteye döndüm. Kemal amca da köyden dönecekti artık. Döneceği akşam beni aradı. Şakalaştık, sohbet ettik, vedalaştık. Telefonu kapatacakken:
“Amca!” dedim.
“Hah! Söyle noldu?”
“O ıslığı çalsana.”
“Islığı mı? ……………………………………… ‘Mehmeet evde misin geliyom haa’ demek bu ıslık.(onun melodileştirilmiş hali)”
“Hadi ya! Tamam amca.”
Ve telefonu kapattık. Kimsenin yaşlandığı falan yoktu.


FAZİLET AYDIN
28/11/2011  04:13

mavi ışık kazanı

      İşte sevmiyorum böyle şeyleri. Gelme benimle aynı anda piyano dersine!
Aynı hocadan ders almayalım. Daha uygun olur diye birlikte özel ders almayalım. Bana özel olsun o ders. Sadece bana hitap etsin hocam. İlerleme gösterdiğimde hemen fark etsin. Sevinsin, bana gülümsesin. Ders aralarında yaptığı esprileri sadece bana yapsın. Piyano hocam beni tanıştırdığı arkadaşlarıyla seni de tanıştırmasın. Hocamın öğrencisi olarak sadece beni bilsinler o beni hep şımartan entelektüel insanlar. Sen maydanoz olma.
      Lütfen, lütfen piyanoyu benden daha iyi öğrenme! Geçme benim önüme! Benim keşfettiğim hocanın favori öğrencisi sen olma. Benden daha çabuk kavrayabildiğin için sorunun bende olduğunu düşünmesin hocam. Zor anladığım için, zoru başardığı için sevinsin hocam! Bana öğretebildiği için sevinsin. Kıskanmayayım seni, şevkim kırılmasın. Hocamın eşiyle sen de tanışma ve yeni doğan bebeğini sen de görme! Gitme evlerine; ne onun ne de arkadaşlarının entelektüel aileleriyle tanışma ve her birinin evindeki ayrı ayrı iç mimarî harikası oda dizaynlarını görme! Sen varken olmaz böyle! Hocamın arkadaşları sana sorular sorarlar! İlgi odağı sen olursun gittiğimiz konserler öncesi yemeklerde! Hocam hep senden bahseder çünkü! Senin kısa zamanda ne kadar ilerlediğinden, parmaklarının piyanoya ne kadar yatkın olduğundan bahseder. Benim bozulmamam için de önce dolma gibi parmaklarıma bakar, oradan beni teselli edecek bir malzeme çıkmayınca geçen ders öğrendiğimiz parçayı çok güzel çaldığımı, kesinlikle dinlemeleri gerektiğini söyler. Eskisi kadar içten bakıp gülmezler bana hocamın arkadaşları. İlgi odağı ben olmam artık. Eskisi kadar sevilmediğim gibi, eskisi kadar sevilmeyi de hak etmiyorum gibi gelir. Hocamın ayrı, arkadaşlarının ayrı şımarttığı o konser gecelerinden dönüşte mutluluktan nefes nefese eve döndüğüm günler biter artık. Piyano gördüğümde gözlerimin parladığı günler geride kalır sen gelirsen. Piyano görünce yüzüm asılır, içimi bir sıkıntı basar.
       Olmasın böyle şeyler! Çünkü sevmiyorum böyle şeyleri. Gelme benimle aynı anda piyano dersine!
      
       Sana bunları söylesem gelmekten vazgeçecek miydin Eylül? Benden soğumadan veya rekabetten korktuğumu arkadaşlarıma anlatmadan, sakin bir şekilde gelmekten vazgeçecek miydin? Ya da bu söylediklerimle iyice heveslenip, egonu tatmin etmek için gelmekte ısrarcı mı davranacaktın?
       Mutluluğumu riske atmadım. Riskin lehime işlediği nerede görülmüş? En son geçen hafta ilk defa canım kahve çekti diye derse geç kalma riskini alarak fakültenin yanındaki cafede kahve içmeye kalkıştığımda, üzerime döktüğüm koca kahve yüzünden hiçbir derse giremedim. Eve gitmek için bindiğim otobüste muavin elime bir top rulo tuvalet kağıdı uzattı:
“Ablam gömleğinizden koltuğa damlıyor.”  dedi.

İşte sen gelirsen ben hep böyle şeyler yaşayacaktım Eylül. Sırtımı yasladığım tek mutluluğumu da elimden alacaktın. Eğer sen gelmiş olsaydın, o gün otobüsten indiğimde:
“Rezil oldum ama olsun, piyano dersine gidiyorum ben. Ben orada çok mutluyum.” diye düşünerek gülüp eve geçemeyecektim. Rezil olduğum anlarda, Çarşamba günü entelektüel bir insan olacağımın hayalini kurup rahatlayamayacaktım. Hep rezil olacaktım ve hep birileri her konuda beni geçecekti. Hiçbir konuda, alanda kendimi özel hissedemeyecektim. Risk alacaktım ve sonunda yine rezil olacaktım.
Riske atmadım o yüzden.
 “Beraber özel ders alalım mı o hocadan? Senin ilerlediğin dört dersi bu hafta içinde halledeyim ben hocayla; sonra birlikte devam edelim.” dediğin an, tüm benliğimle seni reddetmek istesem de, açık vermeden bu işi halletmemin tek yolu sana yalan söylemekti:

 “Hoca iki öğrenciye birden özel ders vermiyormuş, sormuştum ben. Ne yaparsın işte, prensip meselesi. Zaten başka öğrenci alacak boş vakti de yokmuş. Konseri var ya hani orkestrayla, provalara falan gidiyor hep. Yani gidiyormuş, beni hiç götürmedi. Tolga hoca vardı ya hani, Pelin’in hocası; ondan ders alsana. Hem farklı parçalar öğrenip karşılaştırırız belki.”

       Eylül piyano derslerine başladı. Tolga hoca onun öğretmeniydi. Sadece piyano çalmayı öğreniyordu. Farklı bir şeyler olsa anlatırdı çünkü. Güzel şeyler yaşasa, hocası onunla güzel vakit geçirse, benim hocam gibi o da Eylül’ü klasik müziklerle dolu konserlere çağırsa, müzisyen arkadaşlarıyla tanıştırsa, hep beraber onu önemseyen cümleler kursalar söylerdi bana. Ben söylemiyordum ama. Çünkü Volkan hocayı istemesini istemiyordum. Eylül’ün bunu gizlemek için bir nedeni yoktu. Ben zaten ders alıyordum ve sırf bana anlattıklarından dolayı hocamı değiştirecek kadar gurursuz olamazdım. Bazen aklıma geliyordu, kıskanmayayım diye mi anlatmıyor acaba, o da en az benim kadar eğleniyor mu acaba diye geçiriyordum aklımdan. Ama bunun pek bir önemi yoktu. Ben Volkan hocayı çok seviyordum ve Eylül’ün benden daha çok eğlenmesi beni asla üzmezdi. Başarılı bir şekilde piyano çalmayı öğreniyordum, hocamı çok seviyordum, şevkimi kıracak hiçbir etken yoktu ve bunun yanı sıra ders dışında da dersle ilgili aktivitelerimiz vardı ve çok güzeldi.

       Bir gün Eylül bana bir kozmetik katalogu gösterdi. Ruj sipariş edecekmiş, beraber sipariş edersek indirim oluyormuş. Ben de tüm renklere baktım ve aralarından beğendiğim tek ruju gösterdim. Tesadüfen onunla aynı ruju seçmişim. Tamam, bunu sipariş edelim falan dedik. Bir hafta içinde gelirmiş falan.
  Üç-dört gün geçtikten sonra, Eylül ve Irmak ile sinemaya gitmeye karar verdik. Önce bir yerde buluşup bir şeyler yiyecektik. Onlar geçip oturdukları cafeyi bana mesaj attılar, ben de yoldaydım. Otobüsten indiğimde cafe çaprazımda kalıyordu ama çimlere basmadan gitmem için labirent çizer gibi taş yollardan geçiyordum. Onları gördüm: cafenin bahçesinde oturuyorlardı. Ve o da ne! Volkan hoca da ayaküstü onlarla konuşuyordu.
       Ben Volkan hocayı Irmak sayesinde tanımıştım. Onun yakın bir arkadaşı ondan ders alıyormuş, bana o şekilde numarasını vermişti falan. Belli ki herkes benim gibi değil. Irmak’ın yakın arkadaşı, Volkan hocayı Irmak ile tanıştırmış demek ki. Ama bu Irmak’ın yakın arkadaşının benden daha insaflı olduğu anlamına gelmez ki. Eylül’ün o kadar da yakın arkadaşım olmadığı anlamına gelir belki de?
        Bir tane ağacın arkasına saklanmış, onları izliyordum. Kalbim sıkışmıştı. Eylül zorla gülüyordu, bilirim o mimikleri. Yalanım ortaya çıktı diye ödüm kopuyordu. Çıktıysa ne söyleyecektim? Nasıl açıklayacaktım? Ya hocama bu aptallığımı söylerse! Hocam dürüst davranmaktan bile aciz, bu ezik, bu çakma entel öğrenciyi bir daha dersinde görmek istemezse! Hocam “Neden arkadaşına benimle ilgili yalan söyledin Fazilet?” diye düzgün, güzel bir Türkçe ile ciddi bir soru sorduğunda ne cevap verecektim! Yeni bir yalan mı?
“Hocam o kız öyle bir hevesle size zaman ayırtır, sonra derslere gelmez, ders ücretini de erteletir erteletir, en sonunda vermez.” mi?
“Hocam o kızın abisi, babası mafya üyesi. Belinde silahla gezen tehlikeli, bir o kadar da saçma sapan insanlar. Atıyorum kız gitse dese ki ‘Baba bu hoca öğretemiyor.’ ; ertesi gün adamlarını gönderip dövdürtür sizi. Kız da pek aklı başında biri değil, sizinle ilgili her çeşit şeyi söyleyebilir o yüzden hocam.” mı?
“Hocam bu kız paranoyak. Sınıf arkadaşımdı oradan biliyorum. Kaç tane hocayı ‘sapık’ iddiasıyla müdüre şikayet etti, yetmedi polise şikayet etti. Hoca eğilip kızın defterinde çözerek bir soru anlatırdı, yok gömleğimden içeri baktı bilmem ne diye kaç kere ailesini çağırdı okula. Maazallah kızın parmaklarını tutup ‘şöyle basacaksın’ diye gösterirseniz ne aile kalır ne polis kalır ne jandarma kalır sizin eve gelmeyen. ‘Baş başa kalınca elimi tuttu’ diye yazar da yazar senaryoları. O yüzden hocam.” mı?
       Kafamda bu kadar soru işareti varken ve bu tedirginlik beni kusacak gibi yaparken onların yanına gidemezdim. Volkan hocanın yanlarından ayrılmasını bekledim. Neyse ki yan masamızda oturmaya devam etmeyecekti; birkaç arkadaşıyla gelmişti ve çıkmak üzereyken ayaküstü konuşuyordu. Zira arkadaşları da cafenin dışında onu bekliyorlardı. Çok sürmedi o da arkadaşlarımla vedalaştı: o tokalaşmadan, sadece el sallayarak kendine özgü ‘hoşça kal’ ı ile. Temassız merhabalaşması, konuşması ve vedalaşması onu kafamda daha da ulaşılmaz yapıyordu. Dokunulmazlığı olan, dünya çapında ünlü biri gibi geliyordu bana.
       Hocam arabasına binip gittikten sonra fark ettim ki; Eylül’e ne diyeceğimi hiç düşünmemiştim. O kadar ki etin derdindeydim ama arkadaşımın canı yanmış olabilirdi. Kalbi mi kırılmıştı, bana kızgın mıydı yoksa konuştuklarının benim düşündüklerimle hiç alakası yok muydu kestiremiyordum. Eylül zorla gülüyordu ama…
       Ağaçtaki kertenkelenin pat diye yere düşmesiyle irkildim ve yanlarına gittim. Hal hatır muhabbeti açıldı, Eylül içten değildi. Durumu fark edince benim de enerjim düştü ve sıkça konuşamaz hale geldim. Neyse ki Irmak’ın konuşkan bir günüydü de açığımızı kapattı. Film boyunca aklıma geldi durdu: Eylül neden yalan söylediğimi sorarsa ne söyleyecektim? Yeni bir yalan mı?
  “Hoca bildiğin gibi değil. Az biraz sapık. Ben de derslerde mutlu olmadığımı söylemek zoruma gittiği için seni farklı şekilde başka hocalara yönlendirmek istedim.” mi?
  “Hocada biraz dolandırıcı potansiyeli var, yani önlemini almazsan. Mesela üç aylık ders ücretini peşin alıyor, sonra yok işim çıktı, yok bebek hastalandı falan diye erteliyor da erteliyor dersleri. Sen öyle şeylerle uğraşma diye düzgün bir hoca önerdim sana.” mı?
   “Hoca iyi öğretemiyor; daha doğrusu öğretmiyor. Fazladan para kazanmak için dersleri ağırdan alıyor. Tek derste öğrenebileceğim konuları iki derste anlatıyor mesela. Amacı gerçekten de öğretmek olan hocalardan ders al diye farklı hocalar önerdim sana.” mı?
       Ne! Ne! Neden yalan söyledin Fazilet! O derece mi uyumlu gözüktüler gözüne? Dünyadaki en bomba öğretmen-öğrenci çifti onlar mı olacaktı ve bir araya geldiklerinde anında seni silip atacaklar mıydı! O kadar mı pasiftin ve o kadar mı geçiciydin hocanın gözünde? Hiçbir iz, bir etki bırakmamış mıydın? Hocanın “Fazilet’in piyano çalarken şöyle yapışını çok beğeniyorum.” dediği en ufak bir özelliğin yok muydu? Kendine has bir tarzın veya piyano çalarken seni özel kılan bir şey… Hocanın en çok senden dinlemeyi sevdiği bir parça da mı yok? Mini Mini Bir Kuş’u bile Eylül daha mı duygulu çalacaktı senden ya!
      
       İşin içinden çıkamıyordum. Dürüst davranmanın zor geldiği bir durumda, yalan söyledikten sonra dürüst davranmak bin kat daha zor geliyordu haliyle. Film çıkışında “Konuşabilir miyiz biraz Eylül?” diyerek bir yerde oturup sakince açıklamaya karar verdim. Film bitsin diye deli oluyordum. Cesaretimi toplamışken bir an önce tüm duygu yoğunluğumla durumu açıklamalıydım. Benden önce davranıp bana hesap sorarak beni affedemeyecek gibi çıkışlar yapacak olursa yalan söylerdim. Baktım sakince dinliyor; o zaman açıklardım.

       Nihayet film bitti. Salondan çıkmamızla Eylül’ün telefonla konuşması bir oldu. “Tamam, geliyorum.” türünden laflar etti; kuzenlerinin onlara misafirliğe geldiğini söyledi, filmle ilgili birkaç espri yaptık, vedalaştık ve ayrıldık. Her şey normaldi; o halde bu konuyu açmanın bir anlamı yoktu. Zaten ben onun piyano dersi almasını engellememiştim ki; sadece hocamı paylaşmak istememiştim. Rahatlamış bir şekilde eve döndüm.
      
       Bir gün ruj sipariş ettiğimizi hatırladım. Eylül’ü gördüğüm ilk gün sordum:
“Ruj sipariş etmiştik ya hani; o gelmedi mi?”
“Hayır.” dedi, “O kampanya bitmiş, ürün de kaldırılmış. Yeni ürün katalogu var, oradan baksana.  Daha güzel renkler var hem.”
“Peki.” dedim ama yeni kataloga bakmadım.
  Aradan birkaç gün geçti, kalabalık bir grup olarak yemeğe çıktık. Eylül bir ara masadan kalktı, lavaboya gitti. Çok geçmeden ben de gittim. Lavaboya girdiğimde, Eylül makyajını tazeliyordu. Elinde tuttuğu ruju, tüm avuç içiyle kavrayarak dudağına sürmeye başladı. Hala ruju kısmen de olsa görebileceğim bir açı vardı, o yüzden Eylül’ün solundaki lavaboya geçerek elimi yıkama bahanesiyle çaktırmadan ruja baktım. Bu bizim sipariş ettiğimiz rujdu. Fark ettiğimi çaktırmadan arkamı dönüp tuvalete girdim.

       Bu nasıl bir intikam şekliydi? Piyano dersinde geçirdiğim, onunla paylaşmaya kıyamadığım o mutlu günlerimi bir rujla denk mi tutuyordu? Bir çeşit protesto muydu bu? ‘Artık benden en ufak bir yardım bile bekleme.’ anlamına mı geliyordu? ‘Nasıl bir duyguymuş hiç ummadığın bir konuda sana yalan söylenmesi?’ mi demek istiyordu? ‘Ben o kadar büyük bir yalanının hesabını sormadım; sen bu ufacık yalanın hesabını soracak mısın bakalım?’ testi miydi bu? Ruju bilerek mi bana gösterdi, bilerek mi bir yanını görebileceğim şekilde açık bıraktı, bilerek mi o akşam sürdü,… sorular, sorular. Neden bana rujla ilgili yalan söylediğini sorduğumda gelecek cevaptan korkuyordum. Eğer sebebi piyano dersi ise –ki muhtemelen öyle- yüzde doksan ihtimalle soruma soruyla karşılık verecekti. Sonuç itibariyle ben, bana sorulmasından korktuğum soruyu, kendi sorumla sordurtacaktım. Sıçıp sıvamanın alemi yoktu. Güzel bir akşamda susup oturmak en iyisiydi. Tuvalette bu konuyu hallettikten sonra masaya geri döndüm.

       Gece başımı yastığa koyduğumda, aklıma Eylül düştü. “Düşmesen şaşardım!” dedim kızgınlıkla. “Bir kere olsun;” dedim, “bir kere olsun, gün içinde yolunda gitmeyen bir şey olsa bile gece uyuyabileyim! Bir kere olsun! Bir kez olsun aklıma düşmeyiversin! Takmayayım kafama! Bu kez ben de uyuyayım, tıpkı onun da şu an yaptığı gibi. Pijamamın yakasından tutup: ‘Beni düşün! Beni düşün!’ diye beni sarsan kollarından tutup atayım odamın penceresinden aşağı! Bir kez olsun!”
Ama yok. Uyutmayacaktı yine. Çünkü bu doğru değildi. Bir hata yapmıştım, özür dilemem gerektiği yerde yüzsüzlüğe vurmuştum, alttan alışını fırsat bilip suiistimal etmiştim, aynı hatanın çok küçük bir versiyonuyla bana karşılık vermişti, ben de onu anlamazlıktan gelmiştim. Her şey yolundaymış gibi yapıyorduk halbuki konuşarak her şeyi yoluna sokabilirdik. Daha kötü bir hal de alabilirdi ama sözde arkadaşlıktan iyiydi muhtemelen. Çünkü bu şekilde es geçilen kırgınlıklar, sıkça karşılaştığımız birine karşıysa, bir yerde patlak verebilirdi.

       Ne yapmalıydım? Direk gidip rujun hesabını sormayacaktım. Hayır, bunu o kadar ciddi bir mesele haline getirmeyecektim. Volkan hocamla ilgili ona yalan söylediğim için direk özür dilemeyecektim. Çünkü sanki Tolga hocadan ders aldığı için ona acıyormuşum da, onu çok büyük bir zevkten mahrum etmişim gibi davranmayacaktım. Öyleyse ne yapmalıydım? Volkan hocadan konu açamazdım; çünkü onları konuşurken görmemiştim (!). Rujdan konu açmam icap ediyordu. Ama nasıl? O ruju tekrar soramazdım, ürünün kaldırıldığını söylemişti. Peki ya bunun yalan olduğunu kanıtlarsam? Ama onun yalan söylediğini değil, ona yalan söylediklerini varsayarak rujun üretimden kaldırılmadığını söylersem? O halde ilk olarak o ruju ele geçirmem gerekiyordu. Aynı ürünün satışına yardım eden başka bir arkadaşım daha vardı. Uyuyup uyandıktan sonra ruju ona sipariş edecektim ve ruj geldikten sonra Eylül ile konunun konuyu açacağı muhabbeti yapabilecektim.

       Sabah uyandım. İlk işim kozmetik satıcısı arkadaşıma mesaj çekmek oldu. Buluştuk, ruju sipariş ettim ve iki gün sonra geleceğini söyledi. İki gün sonra ruj geldi. Üçüncü gün, Eylül ile buluşmak için bahane bulmam gerekiyordu. Irmak geldi aklıma.
       Irmak, arkadaşlarını evine davet etmeyi çok seven biriydi. ‘Bize gel Fazilet, bizde kal Fazilet’ muhabbeti her buluşmamızın sonunda yapılırdı. Yakın zamanda evlerini boyattıklarını söylemişti ve ben görmemiştim. Öylesine aramış gibi yapıp, konu konuyu açıp, duvar boyasına gelip çatıp, ‘Aaaaa ben daha görmedim ya!’ tepkim ile saniye geçmeden ‘Bize gel Fazilet, bizde kal Fazilet’ muhabbeti ile planım iş yapmış olacaktı. Aynen böyle oldu. Konu konuyu açıp, Eylül’e gelip çatıp, ‘Eylül de gelsin, Eylül de kalsın’ muhabbeti ile de planım tamamlanmıştı.

       Irmak ve Eylül ile çok güzel bir gece geçirdik. Pijama partisi gibi bir şey oldu. Bütün gece geyik yaptık. Eskiden yaşayıp da çok güldüğümüz ama zamanla unuttuğumuz şeyleri hatırladık, tekrar güldük. Her şey o kadar yolundaydı ki, o akşam o ruju Eylül’ün elinde görmesem, Volkan hocayla hiç de zannettiğim gibi konuşmadıklarını düşünürdüm. Makyaj malzemelerinden gece boyu defalarca konu açıldı. Ama kiminde cesaret edemedim kiminde gerek duymadım ve tüm fırsatları kaçırdım. Gözlerimiz kıpkırmızı olana kadar oturduk ve geç bir saatte uyuduk.
       Sabah uyandım. Eylül banyodaydı, Irmak uyuyordu. Ben üzerimi giyinip saçımı yapana kadar Eylül de banyodan çıkıp giyinmişti. Sıra makyaj yapmaya gelmişti. Bir yandan çantamı karıştırıyor gibi yaparken bir yandan da Eylül’ün makyaj yapışını takip ediyordum. Eylül her şeyini tamamlayıp sıra ruja geldiğinde, makyaj çantasındaki ruju avuç içiyle kavrayarak tam çıkardı ki:

“Eylül! Bizi çok pis keklemişler kızım! Bak bende ne var, haha! Üretimden kaldırıldı bilmem ne demişlerdi ama buldum bak. Sana da alacaktım da yeni kataloga bakmışsındır da oradan beğenmişsindir diye emin olamadım. Zaten üretimden kaldırıldığı falan yok, şimdi iste şimdi alırız.” diyerek çantamdan çıkardığım ruju gösterdim.
   Eylül, normal bir yüz ifadesiyle:

“Biliyorum. Bende de var.” dedi.

       Kanım çekilmişti. Soğukkanlılıkla rencide edişler her zaman ürkütmüştür beni. Ne demeliydim ki? Artık köşeye sıkışmıştım zaten. Bunu da göz göre göre kendim yapmıştım. Bu lafın ardından bir şeyler sormam gerekiyordu elbette. Daha fazla salağı oynayamazdım. Düştüğüm çelişkiyi fark etmemesi için, fazla zaman geçmeden şaşırarak sormam gerekiyordu:

“Sende de mi var? Niye bana söylemedin ki? Ben de istiyordum bundan.”

‘Artık sana bunu söylemenin vakti geldi.’ edasıyla; kısa bir nefes vererek:

“Belki de seninle aynı ruju kullanmak istemediğim içindir.” dedi.

Düşündüğüm şeyi, düşündüğüm şekilde ifade ediyordu. Ama cevapların ucunu o kadar açık bırakıyordu ki, soru sormadan konuyu kapatmamı imkansız kılıyordu. Soruların gidişatı onun istediği şekilde ilerliyordu fakat başka çıkış yolum yoktu:

“Öyleyse neden en başından söylemedin? Aynı ruju kullanmak istemediğini söyleseydin, ya başka bir renk sipariş ederdim ya da hiç sipariş etmezdim.”

“Bilmem.” dedi, “O an bunu söylemek çok zor geldi. Hem sen olsan, ‘Seninle aynı şeyi yapmak, aynı ruju kullanmak istemiyorum.’ der miydin bana?”

“Haklısın.” dedim. “O anki ruh halime göre değişirdi. Belki rujun üretimden kaldırıldığına dair bir yalan uydururdum. Ama belki de dürüst davranıp ruju almanı neden istemediğimi açıklardım o an. Eğer açıklayabilecek olsaydım, seninle aynı ruju kullanmak istemeyişimin sebebinin, seninle aynı şeyi yapmak istememem olmadığını açıklardım önce. Aynı ruju kullanmak istemiyorsam seninle, sadece o rujun sana benden daha fazla yakışmasından korktuğum için olduğunu açıklardım. Eğer sana benden daha fazla yakışırsa, her aynaya bakışımda bununla yüzleşmek zorunda kalacağım için istemediğimi açıklardım. Eğer o ruj bana yakıştıysa, sadece bana yakıştığıyla kalsın istediğimi açıklardım. Bilirsin işte, o ruj için özel olmak istediğimi açıklardım. O rujun tek yakışanı, tek sahibi olmak istediğimi; çünkü ilk defa bir rujun beni bu kadar özel ve farklı hissettirdiğini açıklardım.
     Robinson Cruose’u okumuştun değil mi Eylül? Hani orada Robinson önce adada bir tane kedi bulunca çok seviniyordu. Çünkü ondan başka tek canlı o kediydi. Çok özeldi onun için. Yemeğinin yarısını paylaşıyordu onunla. Çocuğuna bakar gibi bakıyordu kediye. Belki de adada kediyle bir gelecek düşünüyordu. Kediyi eğitip, işlerinin bir kısmını ona yaptırarak kendi işlerini kolaylaştıracak; karşılığında da kediyi güzel güzel yemeklerle mutlu edecekti. Ama sonra ikinci kedi geldi. Sevgisi ikiye bölündü. Verdiği yemek ise, yine kendi yemeğinin yarısıydı fakat bu kez iki kedi paylaşıyordu o yemeğin yarısını. Robinson’un sevgisini de, ilgisini de yarı yarıya paylaşıyorlardı. Zamanla bu iki kedi çiftleştiler, bir sürü çocukları oldu. Sonra bunlar o kadar çoğaldılar ki, Robinson artık yürürken yoluna çıkan kedileri böcek gibi ezmeye başladı. Sahip olduğu günlük yemekler de tüm kedileri doyurmaya yetmiyordu.
     Eğer bana yakışan o ruju sen de alırsan, benim için ilerde bir böcek gibi ezilmeme neden olacak olan ikinci kedi olacağını açıklardım. Ama bunları söyleyebilecek cesareti kendimde bulamayıp da yalan söylersem, sonradan açıklamak da benim için çok daha zor olurdu. Yalan söylediğimi fark ettiğin zaman da, içimden sadece beni anlamanı bekler, affetmeni isterdim.”

       Eylül, sadece bana gülümsemekle yetindi ve affettiğini gösteren bir sağ göz kırpmasıyla konuyu kapattı. O günden sonra, ona her zaman dürüst davranmaya karar verdiğim, en iyi arkadaşlarımdan biri oldu. Irmak’a sonsuz teşekkürlerimizi sunan bir not bırakarak okula gitmek için evden çıktık. Apartman boşluğunda Eylül, elini omzuma attı:

   “Her şeyi geçtim de, Robinson Cruose’tan onu nasıl çıkardın?”

Kahkahalar eşliğinde merdivenlerden indik ve bir daha bu konuyu hiç açmadık.
Ve Mini Mini Bir Kuş’u benden daha güzel çalıyordu.

 FAZİLET AYDIN
 20/10/2011


mavi ışık kazanı


“Bir daha kendimi bu kadar kaptırıp rezil olmayacağım.” dediğim ne varsa, hepsinde en az üçer kez daha kaptırıp rezil olmuşumdur. Olmaz mı? İnsanım ben. Kendimi kaptırıyorum diye kendime mi küseyim? Küsmezdim ben. Küsmek günahtı çünkü. Sonra bir kere küstüm. Sonra bir tane daha. Sonra bir-iki tane daha. Onunla küstüm, bununla mı küsemeyeceğim; bir tane daha. Toplasan beşi geçmezdi aslında. Birkaçıyla barıştım çünkü. Küsmek günahtı çünkü. Toplasan beşi geçmezdi ama ikisiyle aynı uçağa bindim. Öyle olmak zorundaydı çünkü aynı projedeydik.
Havaalanına ulaştığımda arkadaşlarıyla birlikte oradalardı. Benle konuşsalar, ben de konuşurdum ama görmezden geldiler. Ben de öyle yaptım. Aralarında gülüşüyorlardı, fazla bakmadım. Proje yöneticilerini yalnız beklemek zorundaydım. Meğer projedeki bütün arkadaşlar onlarınmış. Mantıklı olan da buydu çünkü ben sonradan katılmıştım. Ve bunu hiç düşünmemiştim.
Çantama baktım, beni oyalayacak pek bir şey yoktu. Kitabım vardı ama çıkarmak istemiyordum. Havaalanında okumak saçmaydı çünkü. O kadar anonsun içinde odaklanamayacağımı bilecek kadar tanımışlardı beni. Cep telefonuma bakıyormuş gibi yaptım. On dakika gülüşmelerini dinledim. Her kapı açılışında kafamı kaldırıp bakıyordum. Proje yönetiminin süslü, pirpirikli kızı; diğer iki sorumluluk sahibi çocuğu da oyalıyordu belli ki. Mesajlaşıyor gibi yaptığım sürece sorun yoktu. İsterlerse uçağa binmemize bir dakika kala gelsinler, banane. Yöneticilerle muhabbet edecek değildim zaten. Hem onlar gelseler de kalabalık grubun yanına giderlerdi. Bu sefer hem ekip tamamlanmış hem de yalnız oturuyor olurdum. Aslında böylesi daha iyiydi.
Bir kez daha kapı açıldı. Bu sefer gelmemelerini dileyerek baktım. Bu onlardan biri değildi. Bu… onlardan biri olamayacak kadar… Bu çok yakışıklıydı. Havaalanında her şey pusluydu artık. Sadece o netti. Hani böyle hep spor giyinen, hep spor yapan, boş zamanlarında bisiklete, kaykaya binen, birbirinden güzel kız arkadaşları ve birbirinden yakışıklı erkek arkadaşlarıyla buluşup, eğlenip, espriler yapan cool çocuklara, babaları ısrarla takım elbise giydirmiş, onlar da o takımın içinde şımarık, hafif pis bir gülümsemeyle dolaşırlardı ya; işte onun gibiydi. Elindeki her yerinden kalite fışkıran laptop çantasıyla ve tekerlekli valiziyle artistçe yürüyordu. Takıma rağmen giydiği spor ayakkabısı da düşüncelerimi doğruluyordu. Pek de görüş alanıma girmeyen bir yere oturdu. Ama ben onun görüş alanında olabilirdim. Ona baktıktan sonra kendimi, elimde cep telefonuyla tam bir ergen gibi hissettim. Ağzımda sakız olmadığı için şanslıydım. Nihayetinde sabah saat 06:00 dı ve ağzıma bir mentollü sakız atıp havaalanına gelmem olasıydı. Şanslıydım çünkü sakızı çirkin çiğnerim ben.
Cep telefonumu çantama attım ve beklemekten hoşlanmayan asil bir 20’li gibi omuzlarım dik, bacak bacak üstüne atıp beklemeye başladım. Bacağımın üstüne iki elimi üst üste koymuş; çoğu zaman yere, zaman zaman da uçuş saatlerine bakıyordum. Öyle ki, proje yöneticilerinin geldiğini ve çoktan kalabalık grubun yanına geçip gülüşmeye başladıklarını fark etmemiştim.
Anonsla birlikte ayaklandım. Yöneticilerle uzaktan merhabalaşıp, yanlarına doğru yürüdüm. Artık ekibi yanıma yakıştıramıyordum. Öğretmen eşliğinde sinemaya gitmiş, kuyrukta bekleyen ilkokul öğrencileri gibi hissediyordum. Hep beraber uçağa binmenin ne alemi vardı sanki? Oha. O da geliyordu. Aynı uçağa binecektik. Sıraya benden sonra girmesi moralimi bozdu. Ben onu arkadan izleseydim de o beni ekiple kuyrukta beklerken görmeseydi keşke. Uçağa bindik, yerlerimizi aldık. Ben sağ kanatta oturuyordum pencere kenarında, o sol kanatta ve iki sıra ön hizamda. Çaprazımda denebilirdi. Laptop çantasının ön gözünden bir kitap çıkardı ve okumaya başladı. Ben de çantamdan kitabımı çıkardım ve okumaya başladım. Aradan beş dakika geçti. Artık uçak sessizdi. Kitap bana olduğum yeri unutturmuştu bile. Ta ki, soluma değil, onun bir soluna oturacak olan kızın, henüz ayaktayken, uçakta yankılanan sesini duyana kadar: “Hâlâ kişisel gelişim kitapları mı okuyorsun Fazilet ya!” ve ardından patlayan kahkahası. Ayşenur’du bu. Bu, bir arkadaşla küsmenin en iğrenç öğesiydi işte: Ayşenur. Küstüğüm o iki kızla konuşan, benimle ise, sırf onlarla küstüğüm için küsemeyeceği için, başka da bahanesi olmadığı için formalite icabı konuşan kız. Ben onlarla küsmeden önce de böyleydi bu. Hep benimle dalga geçerdi. Küsmezdim ama. Küsmek günahtı çünkü. En çok yediremediğim, o neredeyse yüz kiloydu ve benimle dalga geçiyordu. Ben onunla ilgili bir milyon espri üretebilecekken, alınır, küseriz diye bir şey demiyordum. Küsmek günahtı çünkü. O iki kız da hep kahkaha atarlardı. Küstüğüm iki kız sağ kanatta, üç sıra önümde oturuyorlardı. Şimdi ise arkalarına dönmüşler, Ayşenur’a gülüyorlardı. Ama sessizce. Küsüz ya biz. Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Ve yakışıklı çocuk… O da dönüp bakmıştı. Yangınımı körüklemişti bu. En çok buna sinirliydim zaten. Şimdi çocuğun gözünde, sabah akşam sıkıcı kişisel gelişim kitapları okuyan ama bir türlü kişiliğini geliştiremeyen, hem de başka türden kitaplar, macera dolu romanlar okumadığı için o duyguları tatmayan, belki de şu en elinde tuttuğu kitabı okuması için bile kimbilir kaç safha atlaması gereken sıkıcı bir kızdım artık. Ve ilk defa başka bir şeye de sinirlendiğimi fark ettim. Sadece benimle dalga geçmesine değil, hatta ve hatta bundan önce elimde sadece bir tane kişisel gelişim kitabı görüp, ama onu bitirmem bir yıl sürdüğü için sanki bir yıl boyunca bir sürü kişisel gelişim kitabı okumuşum gibi göstermesine değil, Mavi Tüy’e “kişisel gelişim kitabı” demesine de kızmıştım. Ben onun önünde sadece bir tane kişisel gelişim kitabı okudum, o da Gerçek Sır’dı. Güzel kitaptı elbet, bir yılda bitirmem benim tembelliğimdendi. Ama Mavi Tüy ile Gerçek Sır arasında dağlar kadar fark vardı. Mavi Tüy, ‘kişisel gelişim kitabı’ denilemeyecek kadar romansaldı. Belki kişisel gelişim kitaplarının bize öğütlediğini bize bir romanla yansıtıyordu fakat bu onları asla aynı kategoriye sokmazdı. Bir sürü romanın ana fikri öğüt verici olabilirdi çünkü. Ama bunu onunla o an tartışamazdım. Çünkü ne zaman haklı çıkmaya yaklaşsam, sözümü yarıda keser, ikinci bir dalga geçecek unsurla daha etraftakileri güldürür ve beni susturmayı başarırdı. Tartışamazdım çünkü ben. İkinci cümlede yutkunmaya başlardım, üçüncü cümlede gözlerim dolardı.
Suskun kalmak istemiyordum. Bu benim tam da yakışıklı çocuğun izlenimi olan “sıkıcı kız” a tam onay verir, “ezik” de bonusum olurdu. Normalde böyle zamanlarda aniden bir cevap bulamazdım, sonradan aklıma gelirdi ve “Keşke şöyle söyleseymişim.” derdim. İlk defa cevap aklıma geldi. Ve ani cevabın ilk defa aklıma gelmesinin heyecanıyla, söyleyip söylememek arasında tedirginlik yaşamadım. Bir daha ne zaman aklıma gelecekti kim bilir? Uçak çok sessiz olduğundan, ambiyans müthiş uygundu. Onunla aynı hizaya gelmek için ayağa kalktım:
“Yaa! Demek bizim için yeterli olduğunu düşündüğümüz şeyleri bir yerden sonra yapmamamız lazım öyle mi! Hâlâ yemek yiyor musun Ayşenur!”
Ayşenur, ayağa kalkmamla ciddileştirmeye başladığı yüzünü tam asmış, kaşlarını çatmış ve bir şey demeden yerine oturmuştu. Uçakta sesim yankılanmıştı ve herkes yine sessizdi. Aslında öyle olmadı. Ayşenur’un alınıp oturduğunu gören küstüğüm iki kız, onun yerine bana cevap vermeye başladılar. İkisi iki yandan konuşuyordu. “Kişisel gelişim kitaplarının sana yettiğini söylemedi farkındaysan”,… bilmemne. Ama hayır. Yakışıklı çocuğun önünde çirkef imajı vermemeliydim. Sanki ağzından kaçan o müthiş, susturucu lafı söylemekten pişman, asil bir 20’li gibi, pişmanlıktan çevredekilerin ne söylediğini duyamıyormuş gibi yapıp, sadece boynumu büküp büküp Ayşenur’ bakıyordum. Bu durum beni çok üzmüş, keşke söylemeseymişim gibi. Benim pişman olduğumu gören yakışıklı çocuk, hafif bir gülümsemeyle önüne döndü. Zaten çaktırmadan bakıyordu. Bu çok iyi olmuştu. Ayşenur laf atmasaydı, çocuğun dikkatini çekmeyecektim belki de. Ama şimdi tam bir asildim onun gözünde. Ve o verdiğim cevap! Her saniyesi müthişti!
Uçuş boyunca Mavi Tüy’ü okuyup, ara ara yakışıklı çocuğa baktım. Onun kitap okuduğunu görüp, ben de kitaba dönüyordum.
Uçak inişe geçmeye hazırlandı. Kitabımı kapatıp çantama koydum. Kalkmak için hazırdım. Belki arkasına bakar ihtimaliyle, yakışıklı çocuğa değil, pencereden dışarı bakıyordum. Gerçekten de bir kere dönüp baktı.
Uçaktan, arka kapıdan indim. Yakışıklı çocuk da öyle, Ayşenur ve küstüğüm iki kız da öyle. Yöneticiler de öyle. Ben, tekerlekli valizimle yöneticilerin arkasında, diğerlerinin ise önündeydim. Havaalanına giderken, havaalanının cam kapısının ayna gibi yansımasından hepimizi görebiliyordum. Ayşenur ve iki kız kendi aralarında konuşuyorlardı. Ama bu, benim yakışıklı çocuğa bakmaya çalışırken gördüğüm bir tabloydu. O ise, bir elinde laptop çantası, bir elinde tekerlekli valizini sürerek hızlı hızlı yürümeye çalışıyordu. Yakışıklı çocuk, hızla ilerleyerek Ayşenurları geçti.
Bir şey vardı. Sanki çocuk bana bakıyor gibiydi. Belki de cam kapının yanılsaması olabilir diye düşündüm. Ama hızlı yürürken, benim hizama doğru kaymasından, bana baktığından emin gibi oldum. Bana yetişmeye çalışıyordu. Oha. Bana geliyordu.
Bu… bu tıpkı filmlerdeki gibiydi! İşte tam öyleydi! Sınıfın en asil kızını, sınıfın en yakışıklı çocuğu fark etmişti işte. Artık ona ilgi duyuyordu, artık beraber ders çalışacaklardı ve bu, birlikte vakit geçirdikleri için çok mutlu edecekti onları. Kalbim yerinden fırlamazsa iyiydi. Ne söyleyecekti ki şimdi? Ufacık bir tahminim olsa asil bir cevap tasarlardım belki de kafamda. Ama heyecandan hiçbir şey düşünemiyordum. Çok yaklaşmıştı. En azından nefes alış verişlerimi biraz yavaşlatsam iyi olurdu benim için. O yüzden derin nefes alıp, yavaşça nefes veriyordum. Adımlarımı asla yavaşlatmadım çünkü bunu fark ettiğimi çaktırmak bile istemiyordum. Sonunda bana yetişmişti ve adımlarını yavaşlatarak benimle aynı tempoda yürümeye başladı. Sol hizama yaklaştı. Bu benim için iyiydi çünkü sol profilim daha güzeldi bana göre. Artık cama değil, önüme bakıyordum.
“Pardon!” dedi kısık sesle, hemen bakmadım.
“Bakar mısınız?”
“Buyurun?” dedim.
Gülümsüyordu:
“Az önce yaptığınız… Yani… Arkadaşınıza söylediğinizden dolayı belki kendinizi suçlu hissediyorsunuz bilmiyorum. Ama öyleyse de hissetmeyin. Çünkü o size sataşmasaydı söyleyeceğiniz bir şey değildi ve bir anda ağzınızdan çıktı. Yani olabilir böyle şeyler. İçinizde büyütmeyin. Karışmış gibi olduysam özür dilerim. Sadece… benim de başıma geliyor bazen ve faydası olursa diye söyledim. Çünkü sizde ilk kez olmuş gibiydi.” dedi ve güldü.
Bütün söylediklerini gülümseyerek dinledim ve sonunda ben de güldüm.
“Teşekkür ederim.” Demekle yetindim ve mimiklerimle ona minnetlerimi sundum. Yakışıklı bir çocuk ona yaklaşıp bir iki laf etti diye fırsat bu fırsat muhabbet etmeye çalışmayacak kadar asil bir 20’liydim çünkü.
Havaalanına girmemizle yöneticiler bize “Arkadaşlar şu kapınının oradan bizi alacaklar…” diye başlaması bir oldu. Vay canına! Bu çok iyiydi. Yöneticiler tam zamanında söze girmiş ve konuşmamız bitmişti. Yoksa mal gibi aynı hizada yürümeye devam edebilirdik. Ayşenur ve iki kız arkamda kısık sesle konuşuyorlardı. İşte film devam ediyordu! Sınıfın diğer kızları beni çekemiyordu. Kesin arkamdan konuşuyorlardı. Yakışıklı çocuğun bana ne söylediğini deli gibi merak ediyorlardı kesin. Hele ki gülüştüğümüzü görmüşlerse of süper olurdu. Havaalanından otele kadar kalbim hıphızlı atarken gittim. Belki aynı otelde kalıyoruzdur, belki bir sinemada, bir tiyatroda karşılaşırız gibi bin türlü hayal geçti aklımdan. O zaman ne yapacaktım? Yine sadece gülümserdim. Belki ilk merhabayı ben verirdim.
Otele yerleşmeye başladık. Neyse ki arkadaşsızlığım otelde yüzüme vurulmadı, rasgele bir kızla aynı odaya yazdılar adımı: Ilgın. Onu severdim, güzel güzel konuşurdu benimle. Baktım, tavır yapmıyordu; gayet sıcak bir şekilde: “Aynı odadayız demek.” dedi. Birlikte odaya çıktık. Valizimizi boşaltmaya başladık. Bozulmuş t-shirtlerimi tekrar katlıyordum.
Ayşenur’dan özür dilemeyi düşünmüyordum. Verdiğim cevap beni çok tatmin etmişti ve arkadaşlığımızın attığım bu kapakla kalmasını istiyordum biraz. Zaten istediğim zaman barışırdım. Yeterince pişman imajı vermiştim çünkü.
Ilgın: “Fazilet?” dedi. Ses tonundan, sanki gizlemeye çalıştığım bir sırrı öğrenmek istiyormuş gibi sezdim. Muhtemelen Ayşenur ile ilgili bir şey söyleyecek veya soracaktı.
“Efendim?”
“Hani uçaktan indikten sonra havaalanında bir çocuk seninle konuşmuştu ya, onu tanıyor musun?”
Hafifçe kaşlarımı çattım. Bu konuyla ilgili soru sormasını istemiyordum. Büyülü anlarımı bozmasını istemiyordum:
“Hayır.” dedim. Bakalım “sana ne dedi” türünden sorular sormaya yüz bulacak mıydı? Bulmasa iyi olurdu çünkü dürüst davranıp söylerdim, bu sefer de Ayşenur’dan konu açılırdı falan.
“Ben onu biliyorum biliyor musun?” dedi. Muhtemelen bir arkadaşının ağabeyinin bir şeyidir falan. Ama en azından belki okuduğu üniversiteyi falan öğrenebileceğim kadar tanıyordur. Kaşlarımı çatmayı bıraktım:
“Hadi ya?”
“Evet! O “…………. …….” nin oğlu. Onu biliyor musun? Kişisel gelişim kitapları yazarı. Aynı zamanda seminerleri de var. Bu da onun oğlu işte, babasının yolundan ilerliyor denebilir, hahaha! Onun da artık seminerleri var. Kitap yazdı mı bilmiyorum. Ablam PDR’de okuyor, oradan biliyorum. O hep takip eder böyle şeyleri. Bazen beni de seminerlere sürükler. Bilmemen normal yani…………….”
Artık söylediklerini duymuyordum. Her şey cuk diye yerine oturmuştu. Onun gibi cool bir çocuk, bir kızın vicdan azabı çekmesini neden umursayacaktı ki? Sadece kişisel gelişim kitaplarının öğütlediği bir davranışı uyguluyordu üzerimde:
‘İnsanları yargılamaktan vazgeçin. İyi yönlerini görün. Onları takdir ettiğinizi söyleyin. Hatta tanımadığınız insanlara bile. Yoldan geçerken çöpü yerden kaldıran adama davranışından dolayı teşekkür edin. Çevrenizdekilerin kendilerini iyi hissetmelerini sağlayın. O pozitif enerjiyi siz de alacaksınız.’
İki saatlik hızlı nefes alış verişlerim ve hızlı kalp atışlarım son bulmuştu. Aynı filmlerdeki gibi yaşadığım sahneler ve hisler, bir film süresi kadar sürmüştü. Ben bu filmin başrolü olamamıştım.
Bir daha kendimi bu kadar kaptırıp rezil olmayacaktım.

FAZİLET AYDIN
04/08/2011 

mavi ışık kazanı

    'Evrendeki her şeyin belirli bir düzeni vardır.' muhabbeti dönüyor ya, işte onu ben de farkettiğim zaman manyak gibi seviniyorum. Acayip böyle salak gibi. Sanki önceden tekdüze yaşıyormuşum da, artık o düzene ben de dahilmişim gibi. Halbuki başından beri o düzenin bir parçasıydım. Ama bunun da artık o andan itibaren farkında olduğum için, oradan geliyor bu mallık. Artık her şeyi biliyormuşum.
    Bizim arabayı araç muayene bir şeyine götürecektik. Babam müsait olmadığı için annemi gönderdi. Annem de yalnız kalmamak için beni de götürdü. Otoban gibi bir yere çıktık.
    "Bak Fazilet, şimdi sol şeritte 'TAV' diye kocaman bir levha olacakmış. Araç muayenesi yaptıracağımız yer orasıymış. Sen de dikkat et tamam mı?"
    "Peki."
Beş dakika ilerledikten sonra bağırdım:
    "Aaaaa anne işte TAV!"
Biraz ilerledikten sonra:
    "Yok yok. Orası TÜV'müş. Yanlış görmüşüm."
Annem dedi ki:
    "Tamam işte TÜV'dür o. Baban yanlış söylemiştir."
Aklımın ucundan geçmemişti! O an düşündüm: babam bana TAV demiş olsaydı, annem yanımda olmasaydı, ben de TÜV'ü görseydim; bütün otoban boyunca ilerleyip TAV'ı mı arayacaktım? Cevabını bilmek istemiyordum.
    Biz sağ şeritteydik. Sol şeritteki TÜV'e gitmek için ileriden bir U dönüşü bulup geçmemiz gerekiyordu. O da bayağı ileridenmiş. U dönüşü yaptıktan sonra, alt geçit ve üst geçit çıktı karşımıza.
    "Eee hangisi şimdi?!" dedi annem.
TÜV'ün önünden geçerken dikkat etmemiştik.
    "Alt geçit gibiydi sanki." dedim.
    "Yok yok üst geçitti." dedi ve üst geçitten ilerledik.
TÜV'ün önüne geldiğimizde alt geçitten geçmemiz gerektiğini gördük.Dümdüz ilerleyip, bir U dönüşü bulup, geldiğimiz yoldan tekrar sağ şeritte ilerleyerek, aynı U dönüşünden sol şerite dönüp alt geçitten geçtik. TÜV'e vardığımızda, annem ruhsat ve benzeri şeyleri alıp bana arabada beklememi söyledi. Kısa bir süre sonra geri döndü: "Baban araç muayenesi için bana para vermişti. Onu evde unutmuşum."
Dümdüz ilerleyip eve döndük, ben arabada bekledim, annem parayı aldı, otobana çıktık, sağ şeritten ilerledik, U dönüşünden sol şerite döndük, alt geçitten geçtik, TÜV'e geldik. Annem ruhsat ve benzeri şeyleri aldı, ben arabada bekledim. Evrak işleri tamamlandıktan sonra arabamızı muayene için aldılar. Mustafa enişte:
    "Muayene sırasında çok beklersiniz." dediği için yanımıza birer kitap almıştık. Ama tepedeki yakıcı güneşle fırtına gibi esen rüzgar birleşince ikimiz de okumaya yeltenmedik. Annem, ameliyathanenin penceresinden çocuğunu izler gibi, arabanın muayene edilişini izlemeye başladı, güneş ışığını kıran karanlık camdan.
    "Ne yapıyorlar arabamıza?!" diye bağırdı önce.
Tekerleklerin altında dönen silindirleri görünce, onaylayan ve takdir eder gibi bir ses tonuyla:
    "Aaaa bak tekerlekleri kontrol ediyorlar."
Bizim arabanın önünde bir tır vardı. Muayenenin son safhasındaydı ve bitince çıkacaktı.
    "Bak orada da başka bir şey yapacaklar." dedi annem, tırın olduğu yeri göstererek.
Etrafıma biraz bakındım. TÜV'ün arkasının olduğu gibi tarla olduğunu farkettim.
    "Anne orada kaplumbağa var mıdır?" diye tarlaya doğru koşmaya başladım.
Annem de peşimsıra geldi. O artık buna alışmıştı. Çünkü çocukluğumdan beri gördüğüm küçük-büyük bütün tarlalarda kaplumbağa arardım. Tel örgülerin arasından pamuk tarlasına bakmaya başladık.
    "Bak orada bir tane pembe çiçek açmış. Bak şurada da tomurcuk var."
    "Toprak kuru gibi."
    "Yok yok kuru değil. Aksine yeni sulanmış, sadece yüzeyi kurumuş, güneşten."
Şöyle böyle derken, arabanın muayenesi bitti ve 'Hafif Kusurlu' olarak sonuçlandı.
Yan tarafta bir bayan, arabası muayeneden çıkmak üzereyken dua ediyordu, sanki çocuğu içeride sınav oluyormuş gibi. Ben ise, arabaya bindikten sonra, sınav sonucumu almış gibi heyecanla, dört tane hafif kusurun ne olduğunu inceliyor, anneme aktarıyordum.
    Şimdi o evrenin devasa düzeni, benim de müthiş bir parçası oluşum bunun neresinde? Hah! Başa dönelim.
    Ben meslek sahibi olsam, ehliyet kursuna gitsem, ehliyetimi alsam, para biriktirsem, araba alsam, arabamı araç muayenesi bir şeyine götürsem, sağ şerit - sol şerit; üste geçit - alt geçit arası bu aksilikleri yaşasam; otoban üzerinde bir tane beton direği gözüme kestirir; anarya gidip gidip o direğe çarpardım. Bu kesinlikle sinirimi yatıştırmayacağından, bilincimi kaybedene kadar bunu yapardım. Ve o gün, annemle bu gerginliğin binde birini yaşamamamızın tek bir nedeni vardı: baba korkusu.
    Baba korkusu apayrıdır. İnsanı kötü şeyler yapmaktan alıkoyan en büyük etkendir baba korkusu. Dizginleyendir. "Dur" diyendir, "Kendine gel" diyendir, "Bittin sen" diyendir, "Duyarsam bittin sen" diyendir, "Görürsem bittin sen" diyendir baba korkusu. Eğer biz, o kadar aksiliğin üstüne, 'dört tane hafif kusur neymiş' diye bakacak kadar sakin, dua eden bayanı farkedecek kadar telaşsızsak; bunun sebebi, bütün o aksilikleri babamın bilmiyor oluşunun verdiği mutluluktur. İşte tam da böyle bir düzenin parçasıydım ben. Korkularımızın bile lehimize işlediği bir düzenin. Bunu farketmiş olmanın verdiği salağımsı bir mutluluktu işte.
    Dönüş yolunda, tamamen 'temiz iş' olması için benzin doldurttuk. Jest olarak arabayı da yıkattık, benzincinin verdiği hediye fişle. Ufak bir sorun kalmıştı:
    "Ben bu arabayı aldığımda, benzin miktarı şu ankinden daha azdı." dedi annem. Sonra biraz durdu, bana yan yan baktı ve:
    "O zaman biraz turlarız." dedi.
Baba korkusunu dizginleyen anne rahatlatışı da buydu. Evrenin devasa dengesi, dönüşümünü tamamlamıştı işte. Ve ben bu döngünün müthiş bir parçası olmuştum. Bunu farketmiş olmanın verdiği manyağımsı bir mutluluktu işte.
FAZİLET AYDIN
26/07/2011