mavi ışık kazanı


          Yaptığım çocukluktu. İnternetle iletişimin ilk yayıldığı zamanlarda, kendini en pahalı mesleklere sahip, en büyük şehirlerde yaşayan, o şehirlerin de en lüks semtlerinde oturuyor gibi tanıtan işsiz güçsüz adamların yaptığı gibi, o ayarda bir şeydi. Gereksizdi, zaman kaybıydı ve beni ben yapan özelliklerimi sarsıyordu. Çünkü ben, o sohbet odasında, New York'ta yaşayan bir Türk'tüm. Ne tesadüftür ki New York'ta yaşadığını iddia eden Türk bir çocukla sohbet ediyordum. Sohbetimiz kısa sürmüştü fakat o kısa zamanda çok eğlendiğimiz için aynı anlarda internete giremesek bile mail yoluyla yazışmaya devam ettik. İlk zamanlar üyff öyle sosyal hayatım vardı ki ayda bir falan bakabiliyordum maillere. Saygılı karakterinden olsa gerek, ben cevap yazmadıkça ikinci bir mail atmıyordu. Birbirimize New York sokaklarının muazzamlığından, hafta sonu akşam güneşinde yapılan bir yürüyüşün güzel olmayan her şeyi unutturduğundun, 14. caddedeki "Mystery Cake" çocuk pastanesinin önünden geçerken soluduğumuz pişen hamur kokusundan bahsediyorduk. Bazen edebiyattan, bazen klasiklerden, bazen de Mor ve Ötesi'nden... Üniversiteyi bitirip eve dönmemle durağanlaşan hayatımda haftada bir yer almaya başladı. Zaman ilerledikçe anladım ki o gerçekten New York'ta yaşıyordu. Verdiği ayrıntılar, benim de bildiğimi düşünerek, korkusuzca verdiği ayrıntılardı. Ben ise durumu gayet iyi idare ediyordum. Şehirden çok, insana dair yorumlar yapıyor; yaşadığım yerde gözlemlediğim günlük yaşamdan bazı şeyleri New York üzerinden yorumluyordum. Evde zaman ilerledikçe hiçbir şey değişmiyor; hiçbir şey değişmedikçe her şey eskiye gidiyordu. Telefonu elime aldığımda "Kiminle mesajlaşıyorsun sen?" diyordu babam; ortaokuldaki gibi, lisedeki gibi. Ve annem, çalışacağım şirket, yaşayacağım şehir hakkında ardı arkası kesilmez yorumlar yapıyor, fikirler sunuyor, neredeyse karar veriyordu; lise, üniversite tercihlerim gibi; ortaokuldaki gibi, lisedeki gibi. Uzunca düşündüm bunun sebebi ne olabilir diye; gözlerinde büyümememin, aradan geçen yılların gördüğüm muameleyi değiştirmemesinin, hayatıma getirdikleri kısıtlamaların ve müdahalelerin hiçbir yol katetmemesinin sebebi ne olabilir diye, sonunda buldum. Pijamamdı! Bütün sorun buydu! Her şeyim değişmişti: saç kesimim, dişlerim, cildim, boyum, renk seçimlerim; ama pijamalarım hep aynıydı! Üstü kısa kollu, altı kapri. Çocuk pijaması gibi! Onların gözleriyle kendime bakınca kendimde eskiye dair tek izi bulmuştum işte! Bunu farkettiğim gece uyuyamadım. Ertesi gün olup alışveriş merkezine koşup o televizyonda gördüğüm genç kız pijamalarından alıp artık gözlerinde büyümek için sabırsızlanıyordum. Ertesi gün aynen bunları yaptım ve temiz bi para ödedim. Pijamayı çantamın içine sıkıştırdım ve eve döndüğümde kimseye göstermedim. Akşam olup pijamayı giydiğimde sanki hep o pijamayı giyiyormuşum gibi davrandım. Babam bir ara arkamdan baktı:
"Kıçındaki yamayı sen mi diktin?" dedi, güldü. Pijamaya aykırı kumaşla tasarlanan arka cebi kastediyordu. Cevap bile vermedim. Birden bire gözlerinde büyümemin verdiği çekememezlikten, sinir bozukluğundan kaynaklı bir dalga geçme ihtiyacıydı işte. Hiç oralı oralı olmadım.
          Tatile gideceğimiz gün annem:
"Ne götüreceksen yatağın üstüne koy, ben valize dizerim." dedi. Hemen pijamayı da koydum. Aldığımdan beri sadece o pijamayı giyiyor, annemle babamla daha az konuşuyordum. Ama neye çok değer verdiysem zarar gördüğü hayat tecrübeme dayanarak, mavi pijamayı da koydum: üstü kısa kollu, altı kapri. Çocuk pijaması gibi! Tatilin ilk gecesinde, yolun da verdiği yorgunlukla hemen uyumak istedim. Zira herkes uyumuştu. Pijamamı aradım, elime sadece mavi pijama geldi. Bütün valizleri aradım, genç kız pijamam yoktu! Hemen annemi uyandırdım:
"Pijamam nerede?"
"Haa diğeri mi? Onu koymadım. Bir hafta için iki pijamaya ne gerek var kızım! Hem baban valizleri çok doldurma dedi."
"Öyleyse bıraksaydın da hangi pijamayı alacağıma ben karar verseydim!" dedim, sinirimden uyuyamadım. Ertesi sabah annemle konuşmadım, denizde bile trip attım. Yüzerek yanıma geldi:
"Her şeye çok çabuk somurtuyorsun. Hiç şükretmiyorsun. Koskoca tatilde bir pijama için surat asıyorsun." diye nutuk çekti, ortaokuldaki gibi, lisedeki gibi.
"Sorun pijama değil anne! Anlamıyorsun! Benim adıma karar vermen!" dedim.
"Yazın kaprili pijama daha rahat olur diye düşündüm." diye devam etti, anlaşamadık. Ama madem eskiyi hatırlatan özelliklerimden biri de buydu; onu da bıraktım. Hiçbir şey için somurtmadım. Dişlerimi sıktım, umursamazlıktan geldim.
          Bir gün annemle babam konuşuyorlardı, New York falan dediler, bu ne muhabbet dedim, yanaştım.
"Yaptıklarını hastalıkla ödüyor işte." dedi babam.
"Kim?" dedim,
"Sen tanımazsın." dediler; ortaokuldaki gibi, lisedeki gibi. Ben de gizliden dinledim. Babamın New York'ta yaşayan amcası hastaymış. Ben öyle bir amcası olduğunu bile bilmiyordum. Dedemlerden beri ailecek küslermiş meğer.
          Hiç Amerika hayalim olmamasına rağmen, New York'ta olduğumu hissetmek beni mutlu ediyordu, bana olduğum yeri unutturuyordu. O yüzden mailleri neredeyse her gün kontrol etmeye başladım. Her gün New York, her gün sokaklar, her gün klasik müzik, her gün edebiyat, her gün kabartma tozu, vanilya kokuları... Ve bir gün:
"Buluşalım mı?"
Al sana ananı niyolayi yee ye, dedim ve laptopu çarparak kapatıp dolaba gömdüm.
Bir hafta sonra kuzenimle eşi bize misafir oldular. Ben onlara kahve yaparken, kuzenimin eşi annemlere Antakya'da çalışmamı öğütlüyordu. İş arkadaşlarımla yemeğe çıkmak için babamdan izin alacak halim gözümün önüne geldikçe kahve taşıyor, kahve taştıkça ben köpürüyordum. Kalan yarımşar fincan kahvelerini servis ettim, direk odama gittim. Onlar benim hayatım üzerine plan yapadursunlar; ben ise bir çocuktan beklemeyecekleri kadar para biriktirmiş, New York'a gidiyordum. Laptopumu gömüldüğü yerden çıkarıp mail attım:
"Önümüzdeki beş gün dışında her gün olabilir. Nerede, ne zaman? Zevkine güveniyorum."
          Küçük bir çanta hazırladım, New York'ta pansiyon fiyatları tahminimden fazla olabilir diye babamın hasta olan Vehbi amcasının telefonunu babaannemlerin telefon defterinden arakladım.
          New York'a ulaştığımda bütün kaslarım gerilmişti. Havaalanında bindiğim taksiden iner inmez karşılaştığım ilk çöpe kustum. Ne yaptığımı düşünüyor, titriyordum. Girdiğim ilk pansiyonun bütçeme çok uygun olması içimi büyük ölçüde rahatlattı. Taksi şoförüne danışmakla doğru yapmıştım. Rahat bir uyku çekip ertesi sabah heyecanla uyandım. Buluşacağımız gün gelmişti. Bu çocuk hakkında hiçbir fikrim yoktu. Tarzı, boyu, kilosu,... Hiçbirinin önemi yoktu. Onunla bir gelecek düşünmüyordum. Onunla hiçbir şey düşünmüyordum. Sadece anı yaşıyordum, hayatımda ilk kez! Sabah erkenden çıkıp pansiyonun civarını gezdim. Yaşadığım yer olarak buraları anlatacaktım. Güzel de bir elbise çektim, bir çift de ayakkabı. Buluşacağımız yer için yine taksiye güveniyordum. Onu nasıl tanıyacağım ise çok kolaydı: masasına bir abaküs koyacaktı. Bu yaptığımız bir geyikle ilgiliydi, arkadaşlığımızın sembolü gibi bir şey oldu. Taksi beni restoranın önüne getirdiğinde fazlaca lüks bir yer olduğunu gördüm. Elbiseyi alırken biraz fantezi gibi gelmişti ama şimdi ne kadar isabetli bir karar olduğunun farkına vardım. Asansöre binip üst kata çıktığımda, camekandan masalara göz gezdirdim. Abaküs yoktu. Masaların arasında dolanıp kendimi madara edecek takatim de kalmamıştı. İkinci kez bakmadan kendimi dışarı attım. Pansiyona dönmedim. Restoranın civarını dolaştım, bütün cadde lükstü. Nedense Vehbi amca geldi aklıma. Arayıp, onu ziyarete geldiğimi söyleyip, evinin adresini isteyecektim. Telefonu kızı açtı, evi tarif etti. Vehbi amca iki gün önce ölmüş. Eşi Feryal yenge, ben doğar doğmaz beni ilk kucağına alanın Vehbi amca olduğunu anlattı. Balkona çıkmış, şehrin şaaşaasını izlerken telefonum çaldı, annemdi. Belki beş yüzüncü arayışıydı, bu kez açtım. Herhangi bir telefon konuşması yapacakmışız gibi normal karşıladım.
"Neredesin sen! Günlerdir seni arıyoruz!"
"Neden sordun?"
"Fazilet yeter artık! Kâh ona küsersin, kâh bunu beğenmezsin; öylesiyle böylesiyle seni memnun etmeye çalışıyoruz; ama bu kadarı haddini aştı artık!"
"Asıl siz beni öldüreceksiniz! Siz!.. Ben size eşantiyon olarak gelmedim dünyaya! Benim bir hayatım var! Kendi hatalarım, kendi mutluluklarım, kendi hayat derslerim, kendi pişmanlıklarım var! Hayata tutunmaya çalışıyorum. Beni mutlu edecek, düzenli bir hayat kuracağım bir şehirde yaşamayı planlıyorum. Ben yapıyorum bunu ben! Ama siz, siz benim için her şeyin zaten en iyisini düşünürsünüz ya, beni ilk kucağına alan insanla tanışmamamın daha iyi olacağına karar verdiniz!"
"Fazilet? Bir dakika neredesin sen?"
"Vehbi amca ölmüş anne! İki gün önce ölmüş! Evet! Ben hiç tanımadığım akrabamızın hasta olduğunu duyunca sizden daha çok endişeleniyorum! Onu merak ettiğim için geldim ama yetişemedim! Sandığınızdan daha büyüğüm! Hatta bazen sizden bile daha büyük olduğumu düşünüyorum!" diye ekilmiş olmamın verdiği siniri, yalanlar söyleyerek, ona sinirlenmiş gibi, annemden çıkardım. Ortaokuldaki gibi, lisedeki gibi.
"Ne zaman döneceğime ben karar vereceğim!" deyip, vereceği hiçbir cevabı dinlemeden telefonu kapattım. Nedense zaten cevap vermeyecekmiş gibi geldi o an. O gece Vehbi amcalarda kaldım. Elbisem ne hasta ziyaretine, ne de cenazeye uygun olduğu için yalan söylediğimi anlamışlardır. Ertesi sabah bana mail gelmişti. Buluşmaya gelemediği için çok üzgün olduğunu, bunu eğer bugün onunla buluşursam bu akşam açıklayacağını yazmış.
          Onunla bir gelecek düşünmüyordum, onunla hiçbir şey düşünmüyordum. Haliyle bana güven vaat etmemişti. O halde sarstığı bir güven de olmamalıydı. Dolayısıyla beni ekmesi beni yaralamamış olmalıydı. Ama yine de ezik gibi kabul etmeden önce ona söylemem gereken bir şey vardı:
"Sen buluşmak için benim kadar hevesli değilsin."
Kısa bir süre sonra cevap geldi:
"Orada dur bakalım küçük hanım. Benim seni merak ettiğim kadar, sen beni merak etmiyorsundur emin ol."
          Küçük hanım... Hoşuma gitmişti ama çocuğu bunu söylerken gözümün önünde canlandıramıyordum.
          Elbise, ayakkabı, taksi...Ve ben yine restoranın önündeydim. Asansöre bindim, üst kata çıktım. Camekandan masalara göz gezdirdim. Tam karşımda krem rengi takım elbiseli, saçları bembeyaz bir adam, titreyen elleriyle abaküsün boncuklarıyla oynuyordu.
          Elbette, yaşlarımızı sormamıştık. Ve elbette, küçük hanım. Yanına gittiğimde o kadar mutlu ve rahattım ki, hiçbir şeyin bu anı bozmasını istemedim. Başını ağır ağır kaldırıp bana baktı: gözleri parladı, gülümsedi, gamzeleri belirginleşti.
          Hiçbir şey söylemedi, çünkü böyle anlaşmıştık. Hoşgeldin, nasılsın, ne yaptın tarzı kelimelerle muhabbetimizi sıradanlaştıracak bir başlangıç yapmayacaktık. Biraz susacaktık, ki tebessümlerimizi konuşturalım.
"Küçük bir kadınla aynı masayı paylaşıp Türkçe konuşmayalı yıllar oluyor."
"Ben ise ilk defa yaşıtım bir erkekle yemeğe çıkacağımı düşünmüştüm. Ama buna hazır olmadığımla yüzleşmem gerekiyormuş demek ki. Sizi görür görmez gerginliğimin geçmesi bu yüzden sanırım."
"Aslında her zaman planlı programlı, hatta abartmıyorum, dakik bir insan oldum. Ama sağlık, planlarıma uymuyor."
Beni ekmesinin özrünü bu şekilde diledikten sonra saatlerce konuştuk, güldük, bize baktılar, sustuk, tekrar konuştuk.
          Ona gerçeği anlattım. Onun için New York'a gelmemin, New York'ta yaşamamdan daha çok mutlu ettiğini söyledi. Vedalaştık. Elimde bir abaküsle pansiyona döndüm.
          Eve döndüğümde babam hoşgeldin deyip gülümsedi, annem de mutfaktan hoşgeldin diye seslendi. Beni boğmamak için aralarında anlaşmış olacaklardı. Bir saat sonra annem odama girdi. Biraz konuşup bazı şeyleri yanlış anladığımı izah etti. Vehbi amca beni görmemiş bile, beni amcamın büyük kızıyla karıştırmışlar.
          “Biz her şeyin farkındayız kızım. Sen burada misafirsin. Şurada kalıp kalacağın bir sene. Sonra kim bilir nereye gideceksin. Ama o zaman seni o kadar az göreceğiz ki, kiminle görüşüp kiminle mesajlaştığını öğrenmeye zaman kalmayacak. Bunlar son meraklarımız. Değil tatilinde giyeceğin pijaman, tatilin bile bizden bağımsız olacak. Ve tabii ki bu senin hayatın. Tecrübe edindiğini görmek bizi rahatlatıyor, ki budur gözümüzde seni en çok büyüten.
          Seni ilk kucağına alan anneannendi. Ben mezarlıktasın zannettim. Ödüm koptu.”
          Alnımdan öperek odamdan çıktı. Mavi pijamamı giyip yattım. Sabaha karşı uyuyakalmışım.

FAZİLET AYDIN
06.09.2012

2 yorum:

  1. blogunu güncelledğini görünce gözlerime inanamadım ee uzun zaman oldu. yine bır solukta okudum araya açma sevgilerr

    YanıtlaSil
  2. Çok teşekkür ederim takip edildiğini bilmek çok güzel, sevgilerimle :)

    YanıtlaSil