mavi ışık kazanı

Yolun sonuna gelmiştim galiba. Bitmişti işte. Bayram tatili için memleketime dönüyordum ve Arzu yengeye anlatacağım hiçbir komik anım yoktu. Her bayram tatilinde, her yarıyıl tatilinde, her yaz tatilinde mutlaka başıma ya aşırı komik ya da trajikomik ama komik ağırlıklı olan birden fazla olay gelirdi ve hepsini Arzu yengeye tek tek anlatırdım. Dayım kahkahalar atardı, sen bunları bir yere yaz mutlaka derdi, “Fazilet’in üniversite anıları” diye kitap olur derdi; Arzu yenge ise “Yine mi başına bir şeyler geldi! Gene mi bir sürü şey anlatıp başımı şişireceksin off!” diye şaka olduğu hiç belli olmayan şakayla isyan eder, merakla dinler, gülerdi. Başkaları misafirliğe gelirse onlara da anlattırırdı: “Şu elsivakikide çalışan Doğan vardı ya hani onu anlat.” derdi. Ama derdi işte! Neden “der” diyemiyorum? Neden “yine böyle diyecek” diyemiyorum? Okulun başından bayram tatiline kadar Arzu yengeye anlatacağım hiçbir olay yaşamamak ne demek! Bu değişmezdi ki. Anlatacağım olaylar beş taneyse belki Arzu yengenin zoruyla dört taneye indirirdim ama anlatırdım! Bu değişmezdi. Kendime itiraf edemediğim şeyi çok iyi biliyorum. İçimden söyledim çünkü. Benim bile duymayacağım kadar içimden itiraf ettim o davranışlarımla, hareketlerimle, konuştuklarımla ve tüm varlığımla reddettiğim gerçeği. Beni ilgilendirmezdi çünkü. Çünkü bu benle ilgiliydi. Ama o ben değil, diğer benle. Şimdi felsefe yapıyorum zannedecekler. Sonra da o şeye bağlayacaklar bu konuyu, hani şu içimden…neyse ne! Hiçbir şey bildikleri yok. Kimsenin bir şey bildiği yok. Çünkü alakası bile yok.
Yaşlanıyor muyum ben? Bu mu bana yaşadıklarımın anlatmaya çalıştığı şey veya yaşayamadıklarımın, anlatamadıklarımın? Komik olaylar yaşamadıysam bu yüzden mi? Halim mi yoktu onları yaşamaya veya bakış açım mı olgunlaştı da artık komik yanlarını sezemez oldum? Hani bir ilişkiyi yürütecek olgunlukta bile değildim henüz? O derece çocuk ruhluydum ve komik bir şey olduğunda bir erkeğin yanındaki kız arkadaşına yakışamayacak kadar hayvanî kahkaha atardım? Bunlar hala aynı. Öyleyse şimdi hem yaşlanmış hem de bir ilişkiyi yürütecek olgunluğa sahip olmayan biri mi oldum?
Neden sadece “denk gelmemiştir” deyip geçemiyorum üç aylık olaysızlığı? Belki çevremdeki insanlar olgunlaştı, aksini ispat edin! Garsonlar, muavinler olgunlaştı belki o yüzden artık komik değiller. Belki evlenmek istiyorlar ve o yüzden olgun davranmaya başladılar. Belki herkes evlenmeye karar verdi ve kimse komik olmak istemiyor artık, sadece çekici görünmek istiyorlar belki olamaz mı? Neden bana bağlayasınız ki? Benim yaşımla ne alakası var?
Hiç de bile eskiye göre daha duygusal değilim! O sizin kendi hüsnü kuruntunuz. Yazılarım mizahtan uzaklaşıyorsa bu ben öyle istediğim içindir.
O kadar komiksiniz ki şu anda, keşke Arzu yengeye sizi anlatsaymışım. Nedir bu başkalarının yaşlanmasından kuvvet alarak gençleşme çabanız anlamıyorum doğrusu. Âdem’in torunları değilsiniz değil mi? Yukarıdan torpillisiniz, vay saflarım benim.
Neyse ne ya benden hiç mi hiç fark etmezdi. Başıma farklı bir olay gelmediği için bayramda öyle sohbet edecektim Arzu yengeyle ve geçip gidecekti. Ama bayramda direk köye geçtiğimiz için Arzu yengeyle karşılaşmadık. Pek sevinmedim öyle çünkü benden hiç mi hiç fark etmezdi.
Amcam gelmişti köye bayram için: yıllardır görmediğim Kemal amcam. Kemal amca en komikleridir, hiç susmaz. İki günlüğüne geldiyse bile doyurur kendine o iki günde, dolu dolu ayrılır. Susup bir köşede oturmaz, sevmez öyle şeyleri. Dalga geçer, taklit yapar, soru sorar, o anlatır. Nedense bu sefer yaşlandı gibi gelmişti bana. Ara sıra uzun uzun sustuğu, konuşacak bir şey bulamadığı oluyordu. Yemek yemeyi çok severdi eskiden. Ama şimdi bakıyordum, yemeği biraz fazla kaçırsa, yüzü asılıyordu, karnını tutuyordu. Ara sıra bahçeye çıkıp bütün köyü izliyordu. Hani içimizden konuşabildiğimizi bilsem, bazı şeylerle konuştuğunu sanırdım.
Bir akşam bakkala ineyim dedim, amcam da benimle birlikte geldi. Dedemin oğlu olduğu çok belliydi. Bakkala kimin oğlu olduğunu sordu. Birkaç gün sonra gidecekti ama yine de ailesinin kimlerden ekmek aldığını öğrenmek istiyordu. O soyadını öğrenince yedi sülalesini bilme kültürü benim kuşağa kalmamıştı ama amcam senelerce başka yerde yaşamasına rağmen hiçbir soyadını ve soyadların ait olduğu aileleri unutmamıştı.
Eve dönerken suskunluk oldu. Konu açmak için değil gerçekten merak ettiğim için ona bir şey sordum:
“Amca, senin için Kırıkhan’ın anlamı ne? Ama bunu gerçekten soruyorum, şaka yapma. Benim gördüğüm sadece taş evler ve şu çay. Babam her hafta sonu geliyor. Burada ne bulduğunu anlamıyorum. Zamanında burası çok daha güzel bir yer miydi ve babam hala buraya o gözle mi bakıyor diye merak ediyorum. Çünkü yemyeşil manzarası, şelalesi, nehri falan olsa neyse diyeceğim ama yok. Sana ne ifade ediyor burası? Sadece babaannem ve dedem olduğu için mi buradasın yoksa onlar olmasaydı da büyüdüğün yer olarak burası sana güzel geliyor mu?”
Amcam biraz düşündü ama kararsızlığından değil. Kafasındakileri nasıl aktaracağını düşündü:
“Burası tabii ki de benim için çok farklı anlamlar taşıyor, sadece annem babam burada olduğu için değil; onlar olmasa da gelirdim ben. Çünkü ben burada büyüdüm. Evet, sana gözüktüğü gibi gözükmüyor bana burası çünkü ben buranın eski halini biliyorum. O yüzden güzel görünüyor hala. (çayın olduğu yeri göstererek) Şu köprünün bir dili olsa da konuşsa! Babanla, Mehmet’le (yan komşu), daha kaç tane arkadaşla gelirdik şu köprüye, taşları üst üste dizerdik sonra çaya atlardık. Yan tarafımızda yılanlar olurdu, biz şurada yüzerdik. Hiç bize karışmazlardı. Bakkal dayım sobası için bize çalı toplatırdı, kollarımız yara olurdu getirirdik: sırf bir Eskimo için! Bak bu dayımların evi var ya (önünden geçiyorduk o esnada), işte babam veya dayım bize kızdığında babanla biz buradan atlardık. Şimdi aklım almıyor! Ama o zaman nasıl olurdu bilmem, korkudan atlardık işte. Ben mesela bizim bahçeye çıkardım, Mehmet de yan komşumuz ya hani, ben çıkıp bir ıslık çalardım şöyle: ………., Mehmet de bahçeye çıkar, aynısını çalardı “fiyu fiyuu fiy fiyu fiyu fiyuuuuuu” diye!”
O kadar heyecanlı anlatıyordu ki o yokuşu ne ara çıktığımızı, eve ne ara geldiğimizi ikimiz de fark etmemiştik. Eve varınca devam etmedi.
Ertesi gün amcamla vedalaştık, köyden döndük.
Babam hep esrarengiz gelmiştir bana. Her şeyi anlatmaz, zamanla öğrenirim. Sevmez öyle röportaj yapar gibi soru sorularak hakkındakilerin öğrenilmesini. Yeri gelecek, tadında anlatılacak. Zaten gerçekten yeri gelmişse o mutlaka anlatır. Önce aklına gelir, kendi güler; güler güler; sonra neden güldüğünü anlatır. Alışkın olduğum için çok merak etmedikçe soru sormam ben babama. Ama ne anlattıysa hep dinledim. Ne anlatırsa pür dikkat dinlerim. Ona komik gelen bana da komik gelir çoğunlukla. Başkalarına gelmeyebilir ama. Herkes anlamıyor babamın esprilerini.
Bana yüzmeyi babam öğretti. “Yüzme biliyor musun?” derlerse “Babamın öğrettiği kadar.” derim ben. Ama babamın yüzmeyi nereden öğrendiğini hiç sormamıştım. O çayda olduğunu öğrenince esrarengiz geldi mesela. Çünkü düşünmem gerekirdi: babam Kırıkhan’da büyüdüyse yüzmeyi nereden öğrendi? Ama uzun yıllar sonra bu şekilde öğrendim. Eve döndükten sonraki akşam, babam televizyon izliyordu. Ona amcamın söylediklerini baştan sona söyledim, belki bir şey ekler diye. Ama bunu ona hissettirmedim, amacım sadece babama amcamın söylediklerini anlatmakmış gibi davrandım. Babam hiçbir şey eklemedi. Belki ekleyecek bir şey yoktu, belki de röportaj havası sezdi, bilmiyorum. Ama en sonunda “ıslık çalarlarmış” dediğimde, cümlemin bitmesiyle babamın aynı ıslığı çalması bir oldu. Kolay da bir melodi değil! Kısa da sayılmaz, biraz uzun bir ıslık! Nasıl yıllarca akıllarında tutuyorlar? İkisi de! Ve babam ekledi:
“ ‘Şu ıslığınızın anasına avradına başlattırma ha!’ derdi deden.”
Kemal amca da babam da yaşlı gelmiyordu bana. Onlar, tüm esrarengiz hallerini ve heyecanlarını içlerinde saklıyorlardı. Durgunluklarının yaşlarıyla bir ilgisi yoktu. Islık hafızalarındaydı. Sadece şimdiki zaman onlara ıslığı çalacak imkân vermiyordu. Kimsenin yaşlandığı falan yoktu.
Birkaç gün sonra üniversiteye döndüm. Kemal amca da köyden dönecekti artık. Döneceği akşam beni aradı. Şakalaştık, sohbet ettik, vedalaştık. Telefonu kapatacakken:
“Amca!” dedim.
“Hah! Söyle noldu?”
“O ıslığı çalsana.”
“Islığı mı? ……………………………………… ‘Mehmeet evde misin geliyom haa’ demek bu ıslık.(onun melodileştirilmiş hali)”
“Hadi ya! Tamam amca.”
Ve telefonu kapattık. Kimsenin yaşlandığı falan yoktu.


FAZİLET AYDIN
28/11/2011  04:13

mavi ışık kazanı

      İşte sevmiyorum böyle şeyleri. Gelme benimle aynı anda piyano dersine!
Aynı hocadan ders almayalım. Daha uygun olur diye birlikte özel ders almayalım. Bana özel olsun o ders. Sadece bana hitap etsin hocam. İlerleme gösterdiğimde hemen fark etsin. Sevinsin, bana gülümsesin. Ders aralarında yaptığı esprileri sadece bana yapsın. Piyano hocam beni tanıştırdığı arkadaşlarıyla seni de tanıştırmasın. Hocamın öğrencisi olarak sadece beni bilsinler o beni hep şımartan entelektüel insanlar. Sen maydanoz olma.
      Lütfen, lütfen piyanoyu benden daha iyi öğrenme! Geçme benim önüme! Benim keşfettiğim hocanın favori öğrencisi sen olma. Benden daha çabuk kavrayabildiğin için sorunun bende olduğunu düşünmesin hocam. Zor anladığım için, zoru başardığı için sevinsin hocam! Bana öğretebildiği için sevinsin. Kıskanmayayım seni, şevkim kırılmasın. Hocamın eşiyle sen de tanışma ve yeni doğan bebeğini sen de görme! Gitme evlerine; ne onun ne de arkadaşlarının entelektüel aileleriyle tanışma ve her birinin evindeki ayrı ayrı iç mimarî harikası oda dizaynlarını görme! Sen varken olmaz böyle! Hocamın arkadaşları sana sorular sorarlar! İlgi odağı sen olursun gittiğimiz konserler öncesi yemeklerde! Hocam hep senden bahseder çünkü! Senin kısa zamanda ne kadar ilerlediğinden, parmaklarının piyanoya ne kadar yatkın olduğundan bahseder. Benim bozulmamam için de önce dolma gibi parmaklarıma bakar, oradan beni teselli edecek bir malzeme çıkmayınca geçen ders öğrendiğimiz parçayı çok güzel çaldığımı, kesinlikle dinlemeleri gerektiğini söyler. Eskisi kadar içten bakıp gülmezler bana hocamın arkadaşları. İlgi odağı ben olmam artık. Eskisi kadar sevilmediğim gibi, eskisi kadar sevilmeyi de hak etmiyorum gibi gelir. Hocamın ayrı, arkadaşlarının ayrı şımarttığı o konser gecelerinden dönüşte mutluluktan nefes nefese eve döndüğüm günler biter artık. Piyano gördüğümde gözlerimin parladığı günler geride kalır sen gelirsen. Piyano görünce yüzüm asılır, içimi bir sıkıntı basar.
       Olmasın böyle şeyler! Çünkü sevmiyorum böyle şeyleri. Gelme benimle aynı anda piyano dersine!
      
       Sana bunları söylesem gelmekten vazgeçecek miydin Eylül? Benden soğumadan veya rekabetten korktuğumu arkadaşlarıma anlatmadan, sakin bir şekilde gelmekten vazgeçecek miydin? Ya da bu söylediklerimle iyice heveslenip, egonu tatmin etmek için gelmekte ısrarcı mı davranacaktın?
       Mutluluğumu riske atmadım. Riskin lehime işlediği nerede görülmüş? En son geçen hafta ilk defa canım kahve çekti diye derse geç kalma riskini alarak fakültenin yanındaki cafede kahve içmeye kalkıştığımda, üzerime döktüğüm koca kahve yüzünden hiçbir derse giremedim. Eve gitmek için bindiğim otobüste muavin elime bir top rulo tuvalet kağıdı uzattı:
“Ablam gömleğinizden koltuğa damlıyor.”  dedi.

İşte sen gelirsen ben hep böyle şeyler yaşayacaktım Eylül. Sırtımı yasladığım tek mutluluğumu da elimden alacaktın. Eğer sen gelmiş olsaydın, o gün otobüsten indiğimde:
“Rezil oldum ama olsun, piyano dersine gidiyorum ben. Ben orada çok mutluyum.” diye düşünerek gülüp eve geçemeyecektim. Rezil olduğum anlarda, Çarşamba günü entelektüel bir insan olacağımın hayalini kurup rahatlayamayacaktım. Hep rezil olacaktım ve hep birileri her konuda beni geçecekti. Hiçbir konuda, alanda kendimi özel hissedemeyecektim. Risk alacaktım ve sonunda yine rezil olacaktım.
Riske atmadım o yüzden.
 “Beraber özel ders alalım mı o hocadan? Senin ilerlediğin dört dersi bu hafta içinde halledeyim ben hocayla; sonra birlikte devam edelim.” dediğin an, tüm benliğimle seni reddetmek istesem de, açık vermeden bu işi halletmemin tek yolu sana yalan söylemekti:

 “Hoca iki öğrenciye birden özel ders vermiyormuş, sormuştum ben. Ne yaparsın işte, prensip meselesi. Zaten başka öğrenci alacak boş vakti de yokmuş. Konseri var ya hani orkestrayla, provalara falan gidiyor hep. Yani gidiyormuş, beni hiç götürmedi. Tolga hoca vardı ya hani, Pelin’in hocası; ondan ders alsana. Hem farklı parçalar öğrenip karşılaştırırız belki.”

       Eylül piyano derslerine başladı. Tolga hoca onun öğretmeniydi. Sadece piyano çalmayı öğreniyordu. Farklı bir şeyler olsa anlatırdı çünkü. Güzel şeyler yaşasa, hocası onunla güzel vakit geçirse, benim hocam gibi o da Eylül’ü klasik müziklerle dolu konserlere çağırsa, müzisyen arkadaşlarıyla tanıştırsa, hep beraber onu önemseyen cümleler kursalar söylerdi bana. Ben söylemiyordum ama. Çünkü Volkan hocayı istemesini istemiyordum. Eylül’ün bunu gizlemek için bir nedeni yoktu. Ben zaten ders alıyordum ve sırf bana anlattıklarından dolayı hocamı değiştirecek kadar gurursuz olamazdım. Bazen aklıma geliyordu, kıskanmayayım diye mi anlatmıyor acaba, o da en az benim kadar eğleniyor mu acaba diye geçiriyordum aklımdan. Ama bunun pek bir önemi yoktu. Ben Volkan hocayı çok seviyordum ve Eylül’ün benden daha çok eğlenmesi beni asla üzmezdi. Başarılı bir şekilde piyano çalmayı öğreniyordum, hocamı çok seviyordum, şevkimi kıracak hiçbir etken yoktu ve bunun yanı sıra ders dışında da dersle ilgili aktivitelerimiz vardı ve çok güzeldi.

       Bir gün Eylül bana bir kozmetik katalogu gösterdi. Ruj sipariş edecekmiş, beraber sipariş edersek indirim oluyormuş. Ben de tüm renklere baktım ve aralarından beğendiğim tek ruju gösterdim. Tesadüfen onunla aynı ruju seçmişim. Tamam, bunu sipariş edelim falan dedik. Bir hafta içinde gelirmiş falan.
  Üç-dört gün geçtikten sonra, Eylül ve Irmak ile sinemaya gitmeye karar verdik. Önce bir yerde buluşup bir şeyler yiyecektik. Onlar geçip oturdukları cafeyi bana mesaj attılar, ben de yoldaydım. Otobüsten indiğimde cafe çaprazımda kalıyordu ama çimlere basmadan gitmem için labirent çizer gibi taş yollardan geçiyordum. Onları gördüm: cafenin bahçesinde oturuyorlardı. Ve o da ne! Volkan hoca da ayaküstü onlarla konuşuyordu.
       Ben Volkan hocayı Irmak sayesinde tanımıştım. Onun yakın bir arkadaşı ondan ders alıyormuş, bana o şekilde numarasını vermişti falan. Belli ki herkes benim gibi değil. Irmak’ın yakın arkadaşı, Volkan hocayı Irmak ile tanıştırmış demek ki. Ama bu Irmak’ın yakın arkadaşının benden daha insaflı olduğu anlamına gelmez ki. Eylül’ün o kadar da yakın arkadaşım olmadığı anlamına gelir belki de?
        Bir tane ağacın arkasına saklanmış, onları izliyordum. Kalbim sıkışmıştı. Eylül zorla gülüyordu, bilirim o mimikleri. Yalanım ortaya çıktı diye ödüm kopuyordu. Çıktıysa ne söyleyecektim? Nasıl açıklayacaktım? Ya hocama bu aptallığımı söylerse! Hocam dürüst davranmaktan bile aciz, bu ezik, bu çakma entel öğrenciyi bir daha dersinde görmek istemezse! Hocam “Neden arkadaşına benimle ilgili yalan söyledin Fazilet?” diye düzgün, güzel bir Türkçe ile ciddi bir soru sorduğunda ne cevap verecektim! Yeni bir yalan mı?
“Hocam o kız öyle bir hevesle size zaman ayırtır, sonra derslere gelmez, ders ücretini de erteletir erteletir, en sonunda vermez.” mi?
“Hocam o kızın abisi, babası mafya üyesi. Belinde silahla gezen tehlikeli, bir o kadar da saçma sapan insanlar. Atıyorum kız gitse dese ki ‘Baba bu hoca öğretemiyor.’ ; ertesi gün adamlarını gönderip dövdürtür sizi. Kız da pek aklı başında biri değil, sizinle ilgili her çeşit şeyi söyleyebilir o yüzden hocam.” mı?
“Hocam bu kız paranoyak. Sınıf arkadaşımdı oradan biliyorum. Kaç tane hocayı ‘sapık’ iddiasıyla müdüre şikayet etti, yetmedi polise şikayet etti. Hoca eğilip kızın defterinde çözerek bir soru anlatırdı, yok gömleğimden içeri baktı bilmem ne diye kaç kere ailesini çağırdı okula. Maazallah kızın parmaklarını tutup ‘şöyle basacaksın’ diye gösterirseniz ne aile kalır ne polis kalır ne jandarma kalır sizin eve gelmeyen. ‘Baş başa kalınca elimi tuttu’ diye yazar da yazar senaryoları. O yüzden hocam.” mı?
       Kafamda bu kadar soru işareti varken ve bu tedirginlik beni kusacak gibi yaparken onların yanına gidemezdim. Volkan hocanın yanlarından ayrılmasını bekledim. Neyse ki yan masamızda oturmaya devam etmeyecekti; birkaç arkadaşıyla gelmişti ve çıkmak üzereyken ayaküstü konuşuyordu. Zira arkadaşları da cafenin dışında onu bekliyorlardı. Çok sürmedi o da arkadaşlarımla vedalaştı: o tokalaşmadan, sadece el sallayarak kendine özgü ‘hoşça kal’ ı ile. Temassız merhabalaşması, konuşması ve vedalaşması onu kafamda daha da ulaşılmaz yapıyordu. Dokunulmazlığı olan, dünya çapında ünlü biri gibi geliyordu bana.
       Hocam arabasına binip gittikten sonra fark ettim ki; Eylül’e ne diyeceğimi hiç düşünmemiştim. O kadar ki etin derdindeydim ama arkadaşımın canı yanmış olabilirdi. Kalbi mi kırılmıştı, bana kızgın mıydı yoksa konuştuklarının benim düşündüklerimle hiç alakası yok muydu kestiremiyordum. Eylül zorla gülüyordu ama…
       Ağaçtaki kertenkelenin pat diye yere düşmesiyle irkildim ve yanlarına gittim. Hal hatır muhabbeti açıldı, Eylül içten değildi. Durumu fark edince benim de enerjim düştü ve sıkça konuşamaz hale geldim. Neyse ki Irmak’ın konuşkan bir günüydü de açığımızı kapattı. Film boyunca aklıma geldi durdu: Eylül neden yalan söylediğimi sorarsa ne söyleyecektim? Yeni bir yalan mı?
  “Hoca bildiğin gibi değil. Az biraz sapık. Ben de derslerde mutlu olmadığımı söylemek zoruma gittiği için seni farklı şekilde başka hocalara yönlendirmek istedim.” mi?
  “Hocada biraz dolandırıcı potansiyeli var, yani önlemini almazsan. Mesela üç aylık ders ücretini peşin alıyor, sonra yok işim çıktı, yok bebek hastalandı falan diye erteliyor da erteliyor dersleri. Sen öyle şeylerle uğraşma diye düzgün bir hoca önerdim sana.” mı?
   “Hoca iyi öğretemiyor; daha doğrusu öğretmiyor. Fazladan para kazanmak için dersleri ağırdan alıyor. Tek derste öğrenebileceğim konuları iki derste anlatıyor mesela. Amacı gerçekten de öğretmek olan hocalardan ders al diye farklı hocalar önerdim sana.” mı?
       Ne! Ne! Neden yalan söyledin Fazilet! O derece mi uyumlu gözüktüler gözüne? Dünyadaki en bomba öğretmen-öğrenci çifti onlar mı olacaktı ve bir araya geldiklerinde anında seni silip atacaklar mıydı! O kadar mı pasiftin ve o kadar mı geçiciydin hocanın gözünde? Hiçbir iz, bir etki bırakmamış mıydın? Hocanın “Fazilet’in piyano çalarken şöyle yapışını çok beğeniyorum.” dediği en ufak bir özelliğin yok muydu? Kendine has bir tarzın veya piyano çalarken seni özel kılan bir şey… Hocanın en çok senden dinlemeyi sevdiği bir parça da mı yok? Mini Mini Bir Kuş’u bile Eylül daha mı duygulu çalacaktı senden ya!
      
       İşin içinden çıkamıyordum. Dürüst davranmanın zor geldiği bir durumda, yalan söyledikten sonra dürüst davranmak bin kat daha zor geliyordu haliyle. Film çıkışında “Konuşabilir miyiz biraz Eylül?” diyerek bir yerde oturup sakince açıklamaya karar verdim. Film bitsin diye deli oluyordum. Cesaretimi toplamışken bir an önce tüm duygu yoğunluğumla durumu açıklamalıydım. Benden önce davranıp bana hesap sorarak beni affedemeyecek gibi çıkışlar yapacak olursa yalan söylerdim. Baktım sakince dinliyor; o zaman açıklardım.

       Nihayet film bitti. Salondan çıkmamızla Eylül’ün telefonla konuşması bir oldu. “Tamam, geliyorum.” türünden laflar etti; kuzenlerinin onlara misafirliğe geldiğini söyledi, filmle ilgili birkaç espri yaptık, vedalaştık ve ayrıldık. Her şey normaldi; o halde bu konuyu açmanın bir anlamı yoktu. Zaten ben onun piyano dersi almasını engellememiştim ki; sadece hocamı paylaşmak istememiştim. Rahatlamış bir şekilde eve döndüm.
      
       Bir gün ruj sipariş ettiğimizi hatırladım. Eylül’ü gördüğüm ilk gün sordum:
“Ruj sipariş etmiştik ya hani; o gelmedi mi?”
“Hayır.” dedi, “O kampanya bitmiş, ürün de kaldırılmış. Yeni ürün katalogu var, oradan baksana.  Daha güzel renkler var hem.”
“Peki.” dedim ama yeni kataloga bakmadım.
  Aradan birkaç gün geçti, kalabalık bir grup olarak yemeğe çıktık. Eylül bir ara masadan kalktı, lavaboya gitti. Çok geçmeden ben de gittim. Lavaboya girdiğimde, Eylül makyajını tazeliyordu. Elinde tuttuğu ruju, tüm avuç içiyle kavrayarak dudağına sürmeye başladı. Hala ruju kısmen de olsa görebileceğim bir açı vardı, o yüzden Eylül’ün solundaki lavaboya geçerek elimi yıkama bahanesiyle çaktırmadan ruja baktım. Bu bizim sipariş ettiğimiz rujdu. Fark ettiğimi çaktırmadan arkamı dönüp tuvalete girdim.

       Bu nasıl bir intikam şekliydi? Piyano dersinde geçirdiğim, onunla paylaşmaya kıyamadığım o mutlu günlerimi bir rujla denk mi tutuyordu? Bir çeşit protesto muydu bu? ‘Artık benden en ufak bir yardım bile bekleme.’ anlamına mı geliyordu? ‘Nasıl bir duyguymuş hiç ummadığın bir konuda sana yalan söylenmesi?’ mi demek istiyordu? ‘Ben o kadar büyük bir yalanının hesabını sormadım; sen bu ufacık yalanın hesabını soracak mısın bakalım?’ testi miydi bu? Ruju bilerek mi bana gösterdi, bilerek mi bir yanını görebileceğim şekilde açık bıraktı, bilerek mi o akşam sürdü,… sorular, sorular. Neden bana rujla ilgili yalan söylediğini sorduğumda gelecek cevaptan korkuyordum. Eğer sebebi piyano dersi ise –ki muhtemelen öyle- yüzde doksan ihtimalle soruma soruyla karşılık verecekti. Sonuç itibariyle ben, bana sorulmasından korktuğum soruyu, kendi sorumla sordurtacaktım. Sıçıp sıvamanın alemi yoktu. Güzel bir akşamda susup oturmak en iyisiydi. Tuvalette bu konuyu hallettikten sonra masaya geri döndüm.

       Gece başımı yastığa koyduğumda, aklıma Eylül düştü. “Düşmesen şaşardım!” dedim kızgınlıkla. “Bir kere olsun;” dedim, “bir kere olsun, gün içinde yolunda gitmeyen bir şey olsa bile gece uyuyabileyim! Bir kere olsun! Bir kez olsun aklıma düşmeyiversin! Takmayayım kafama! Bu kez ben de uyuyayım, tıpkı onun da şu an yaptığı gibi. Pijamamın yakasından tutup: ‘Beni düşün! Beni düşün!’ diye beni sarsan kollarından tutup atayım odamın penceresinden aşağı! Bir kez olsun!”
Ama yok. Uyutmayacaktı yine. Çünkü bu doğru değildi. Bir hata yapmıştım, özür dilemem gerektiği yerde yüzsüzlüğe vurmuştum, alttan alışını fırsat bilip suiistimal etmiştim, aynı hatanın çok küçük bir versiyonuyla bana karşılık vermişti, ben de onu anlamazlıktan gelmiştim. Her şey yolundaymış gibi yapıyorduk halbuki konuşarak her şeyi yoluna sokabilirdik. Daha kötü bir hal de alabilirdi ama sözde arkadaşlıktan iyiydi muhtemelen. Çünkü bu şekilde es geçilen kırgınlıklar, sıkça karşılaştığımız birine karşıysa, bir yerde patlak verebilirdi.

       Ne yapmalıydım? Direk gidip rujun hesabını sormayacaktım. Hayır, bunu o kadar ciddi bir mesele haline getirmeyecektim. Volkan hocamla ilgili ona yalan söylediğim için direk özür dilemeyecektim. Çünkü sanki Tolga hocadan ders aldığı için ona acıyormuşum da, onu çok büyük bir zevkten mahrum etmişim gibi davranmayacaktım. Öyleyse ne yapmalıydım? Volkan hocadan konu açamazdım; çünkü onları konuşurken görmemiştim (!). Rujdan konu açmam icap ediyordu. Ama nasıl? O ruju tekrar soramazdım, ürünün kaldırıldığını söylemişti. Peki ya bunun yalan olduğunu kanıtlarsam? Ama onun yalan söylediğini değil, ona yalan söylediklerini varsayarak rujun üretimden kaldırılmadığını söylersem? O halde ilk olarak o ruju ele geçirmem gerekiyordu. Aynı ürünün satışına yardım eden başka bir arkadaşım daha vardı. Uyuyup uyandıktan sonra ruju ona sipariş edecektim ve ruj geldikten sonra Eylül ile konunun konuyu açacağı muhabbeti yapabilecektim.

       Sabah uyandım. İlk işim kozmetik satıcısı arkadaşıma mesaj çekmek oldu. Buluştuk, ruju sipariş ettim ve iki gün sonra geleceğini söyledi. İki gün sonra ruj geldi. Üçüncü gün, Eylül ile buluşmak için bahane bulmam gerekiyordu. Irmak geldi aklıma.
       Irmak, arkadaşlarını evine davet etmeyi çok seven biriydi. ‘Bize gel Fazilet, bizde kal Fazilet’ muhabbeti her buluşmamızın sonunda yapılırdı. Yakın zamanda evlerini boyattıklarını söylemişti ve ben görmemiştim. Öylesine aramış gibi yapıp, konu konuyu açıp, duvar boyasına gelip çatıp, ‘Aaaaa ben daha görmedim ya!’ tepkim ile saniye geçmeden ‘Bize gel Fazilet, bizde kal Fazilet’ muhabbeti ile planım iş yapmış olacaktı. Aynen böyle oldu. Konu konuyu açıp, Eylül’e gelip çatıp, ‘Eylül de gelsin, Eylül de kalsın’ muhabbeti ile de planım tamamlanmıştı.

       Irmak ve Eylül ile çok güzel bir gece geçirdik. Pijama partisi gibi bir şey oldu. Bütün gece geyik yaptık. Eskiden yaşayıp da çok güldüğümüz ama zamanla unuttuğumuz şeyleri hatırladık, tekrar güldük. Her şey o kadar yolundaydı ki, o akşam o ruju Eylül’ün elinde görmesem, Volkan hocayla hiç de zannettiğim gibi konuşmadıklarını düşünürdüm. Makyaj malzemelerinden gece boyu defalarca konu açıldı. Ama kiminde cesaret edemedim kiminde gerek duymadım ve tüm fırsatları kaçırdım. Gözlerimiz kıpkırmızı olana kadar oturduk ve geç bir saatte uyuduk.
       Sabah uyandım. Eylül banyodaydı, Irmak uyuyordu. Ben üzerimi giyinip saçımı yapana kadar Eylül de banyodan çıkıp giyinmişti. Sıra makyaj yapmaya gelmişti. Bir yandan çantamı karıştırıyor gibi yaparken bir yandan da Eylül’ün makyaj yapışını takip ediyordum. Eylül her şeyini tamamlayıp sıra ruja geldiğinde, makyaj çantasındaki ruju avuç içiyle kavrayarak tam çıkardı ki:

“Eylül! Bizi çok pis keklemişler kızım! Bak bende ne var, haha! Üretimden kaldırıldı bilmem ne demişlerdi ama buldum bak. Sana da alacaktım da yeni kataloga bakmışsındır da oradan beğenmişsindir diye emin olamadım. Zaten üretimden kaldırıldığı falan yok, şimdi iste şimdi alırız.” diyerek çantamdan çıkardığım ruju gösterdim.
   Eylül, normal bir yüz ifadesiyle:

“Biliyorum. Bende de var.” dedi.

       Kanım çekilmişti. Soğukkanlılıkla rencide edişler her zaman ürkütmüştür beni. Ne demeliydim ki? Artık köşeye sıkışmıştım zaten. Bunu da göz göre göre kendim yapmıştım. Bu lafın ardından bir şeyler sormam gerekiyordu elbette. Daha fazla salağı oynayamazdım. Düştüğüm çelişkiyi fark etmemesi için, fazla zaman geçmeden şaşırarak sormam gerekiyordu:

“Sende de mi var? Niye bana söylemedin ki? Ben de istiyordum bundan.”

‘Artık sana bunu söylemenin vakti geldi.’ edasıyla; kısa bir nefes vererek:

“Belki de seninle aynı ruju kullanmak istemediğim içindir.” dedi.

Düşündüğüm şeyi, düşündüğüm şekilde ifade ediyordu. Ama cevapların ucunu o kadar açık bırakıyordu ki, soru sormadan konuyu kapatmamı imkansız kılıyordu. Soruların gidişatı onun istediği şekilde ilerliyordu fakat başka çıkış yolum yoktu:

“Öyleyse neden en başından söylemedin? Aynı ruju kullanmak istemediğini söyleseydin, ya başka bir renk sipariş ederdim ya da hiç sipariş etmezdim.”

“Bilmem.” dedi, “O an bunu söylemek çok zor geldi. Hem sen olsan, ‘Seninle aynı şeyi yapmak, aynı ruju kullanmak istemiyorum.’ der miydin bana?”

“Haklısın.” dedim. “O anki ruh halime göre değişirdi. Belki rujun üretimden kaldırıldığına dair bir yalan uydururdum. Ama belki de dürüst davranıp ruju almanı neden istemediğimi açıklardım o an. Eğer açıklayabilecek olsaydım, seninle aynı ruju kullanmak istemeyişimin sebebinin, seninle aynı şeyi yapmak istememem olmadığını açıklardım önce. Aynı ruju kullanmak istemiyorsam seninle, sadece o rujun sana benden daha fazla yakışmasından korktuğum için olduğunu açıklardım. Eğer sana benden daha fazla yakışırsa, her aynaya bakışımda bununla yüzleşmek zorunda kalacağım için istemediğimi açıklardım. Eğer o ruj bana yakıştıysa, sadece bana yakıştığıyla kalsın istediğimi açıklardım. Bilirsin işte, o ruj için özel olmak istediğimi açıklardım. O rujun tek yakışanı, tek sahibi olmak istediğimi; çünkü ilk defa bir rujun beni bu kadar özel ve farklı hissettirdiğini açıklardım.
     Robinson Cruose’u okumuştun değil mi Eylül? Hani orada Robinson önce adada bir tane kedi bulunca çok seviniyordu. Çünkü ondan başka tek canlı o kediydi. Çok özeldi onun için. Yemeğinin yarısını paylaşıyordu onunla. Çocuğuna bakar gibi bakıyordu kediye. Belki de adada kediyle bir gelecek düşünüyordu. Kediyi eğitip, işlerinin bir kısmını ona yaptırarak kendi işlerini kolaylaştıracak; karşılığında da kediyi güzel güzel yemeklerle mutlu edecekti. Ama sonra ikinci kedi geldi. Sevgisi ikiye bölündü. Verdiği yemek ise, yine kendi yemeğinin yarısıydı fakat bu kez iki kedi paylaşıyordu o yemeğin yarısını. Robinson’un sevgisini de, ilgisini de yarı yarıya paylaşıyorlardı. Zamanla bu iki kedi çiftleştiler, bir sürü çocukları oldu. Sonra bunlar o kadar çoğaldılar ki, Robinson artık yürürken yoluna çıkan kedileri böcek gibi ezmeye başladı. Sahip olduğu günlük yemekler de tüm kedileri doyurmaya yetmiyordu.
     Eğer bana yakışan o ruju sen de alırsan, benim için ilerde bir böcek gibi ezilmeme neden olacak olan ikinci kedi olacağını açıklardım. Ama bunları söyleyebilecek cesareti kendimde bulamayıp da yalan söylersem, sonradan açıklamak da benim için çok daha zor olurdu. Yalan söylediğimi fark ettiğin zaman da, içimden sadece beni anlamanı bekler, affetmeni isterdim.”

       Eylül, sadece bana gülümsemekle yetindi ve affettiğini gösteren bir sağ göz kırpmasıyla konuyu kapattı. O günden sonra, ona her zaman dürüst davranmaya karar verdiğim, en iyi arkadaşlarımdan biri oldu. Irmak’a sonsuz teşekkürlerimizi sunan bir not bırakarak okula gitmek için evden çıktık. Apartman boşluğunda Eylül, elini omzuma attı:

   “Her şeyi geçtim de, Robinson Cruose’tan onu nasıl çıkardın?”

Kahkahalar eşliğinde merdivenlerden indik ve bir daha bu konuyu hiç açmadık.
Ve Mini Mini Bir Kuş’u benden daha güzel çalıyordu.

 FAZİLET AYDIN
 20/10/2011


mavi ışık kazanı


“Bir daha kendimi bu kadar kaptırıp rezil olmayacağım.” dediğim ne varsa, hepsinde en az üçer kez daha kaptırıp rezil olmuşumdur. Olmaz mı? İnsanım ben. Kendimi kaptırıyorum diye kendime mi küseyim? Küsmezdim ben. Küsmek günahtı çünkü. Sonra bir kere küstüm. Sonra bir tane daha. Sonra bir-iki tane daha. Onunla küstüm, bununla mı küsemeyeceğim; bir tane daha. Toplasan beşi geçmezdi aslında. Birkaçıyla barıştım çünkü. Küsmek günahtı çünkü. Toplasan beşi geçmezdi ama ikisiyle aynı uçağa bindim. Öyle olmak zorundaydı çünkü aynı projedeydik.
Havaalanına ulaştığımda arkadaşlarıyla birlikte oradalardı. Benle konuşsalar, ben de konuşurdum ama görmezden geldiler. Ben de öyle yaptım. Aralarında gülüşüyorlardı, fazla bakmadım. Proje yöneticilerini yalnız beklemek zorundaydım. Meğer projedeki bütün arkadaşlar onlarınmış. Mantıklı olan da buydu çünkü ben sonradan katılmıştım. Ve bunu hiç düşünmemiştim.
Çantama baktım, beni oyalayacak pek bir şey yoktu. Kitabım vardı ama çıkarmak istemiyordum. Havaalanında okumak saçmaydı çünkü. O kadar anonsun içinde odaklanamayacağımı bilecek kadar tanımışlardı beni. Cep telefonuma bakıyormuş gibi yaptım. On dakika gülüşmelerini dinledim. Her kapı açılışında kafamı kaldırıp bakıyordum. Proje yönetiminin süslü, pirpirikli kızı; diğer iki sorumluluk sahibi çocuğu da oyalıyordu belli ki. Mesajlaşıyor gibi yaptığım sürece sorun yoktu. İsterlerse uçağa binmemize bir dakika kala gelsinler, banane. Yöneticilerle muhabbet edecek değildim zaten. Hem onlar gelseler de kalabalık grubun yanına giderlerdi. Bu sefer hem ekip tamamlanmış hem de yalnız oturuyor olurdum. Aslında böylesi daha iyiydi.
Bir kez daha kapı açıldı. Bu sefer gelmemelerini dileyerek baktım. Bu onlardan biri değildi. Bu… onlardan biri olamayacak kadar… Bu çok yakışıklıydı. Havaalanında her şey pusluydu artık. Sadece o netti. Hani böyle hep spor giyinen, hep spor yapan, boş zamanlarında bisiklete, kaykaya binen, birbirinden güzel kız arkadaşları ve birbirinden yakışıklı erkek arkadaşlarıyla buluşup, eğlenip, espriler yapan cool çocuklara, babaları ısrarla takım elbise giydirmiş, onlar da o takımın içinde şımarık, hafif pis bir gülümsemeyle dolaşırlardı ya; işte onun gibiydi. Elindeki her yerinden kalite fışkıran laptop çantasıyla ve tekerlekli valiziyle artistçe yürüyordu. Takıma rağmen giydiği spor ayakkabısı da düşüncelerimi doğruluyordu. Pek de görüş alanıma girmeyen bir yere oturdu. Ama ben onun görüş alanında olabilirdim. Ona baktıktan sonra kendimi, elimde cep telefonuyla tam bir ergen gibi hissettim. Ağzımda sakız olmadığı için şanslıydım. Nihayetinde sabah saat 06:00 dı ve ağzıma bir mentollü sakız atıp havaalanına gelmem olasıydı. Şanslıydım çünkü sakızı çirkin çiğnerim ben.
Cep telefonumu çantama attım ve beklemekten hoşlanmayan asil bir 20’li gibi omuzlarım dik, bacak bacak üstüne atıp beklemeye başladım. Bacağımın üstüne iki elimi üst üste koymuş; çoğu zaman yere, zaman zaman da uçuş saatlerine bakıyordum. Öyle ki, proje yöneticilerinin geldiğini ve çoktan kalabalık grubun yanına geçip gülüşmeye başladıklarını fark etmemiştim.
Anonsla birlikte ayaklandım. Yöneticilerle uzaktan merhabalaşıp, yanlarına doğru yürüdüm. Artık ekibi yanıma yakıştıramıyordum. Öğretmen eşliğinde sinemaya gitmiş, kuyrukta bekleyen ilkokul öğrencileri gibi hissediyordum. Hep beraber uçağa binmenin ne alemi vardı sanki? Oha. O da geliyordu. Aynı uçağa binecektik. Sıraya benden sonra girmesi moralimi bozdu. Ben onu arkadan izleseydim de o beni ekiple kuyrukta beklerken görmeseydi keşke. Uçağa bindik, yerlerimizi aldık. Ben sağ kanatta oturuyordum pencere kenarında, o sol kanatta ve iki sıra ön hizamda. Çaprazımda denebilirdi. Laptop çantasının ön gözünden bir kitap çıkardı ve okumaya başladı. Ben de çantamdan kitabımı çıkardım ve okumaya başladım. Aradan beş dakika geçti. Artık uçak sessizdi. Kitap bana olduğum yeri unutturmuştu bile. Ta ki, soluma değil, onun bir soluna oturacak olan kızın, henüz ayaktayken, uçakta yankılanan sesini duyana kadar: “Hâlâ kişisel gelişim kitapları mı okuyorsun Fazilet ya!” ve ardından patlayan kahkahası. Ayşenur’du bu. Bu, bir arkadaşla küsmenin en iğrenç öğesiydi işte: Ayşenur. Küstüğüm o iki kızla konuşan, benimle ise, sırf onlarla küstüğüm için küsemeyeceği için, başka da bahanesi olmadığı için formalite icabı konuşan kız. Ben onlarla küsmeden önce de böyleydi bu. Hep benimle dalga geçerdi. Küsmezdim ama. Küsmek günahtı çünkü. En çok yediremediğim, o neredeyse yüz kiloydu ve benimle dalga geçiyordu. Ben onunla ilgili bir milyon espri üretebilecekken, alınır, küseriz diye bir şey demiyordum. Küsmek günahtı çünkü. O iki kız da hep kahkaha atarlardı. Küstüğüm iki kız sağ kanatta, üç sıra önümde oturuyorlardı. Şimdi ise arkalarına dönmüşler, Ayşenur’a gülüyorlardı. Ama sessizce. Küsüz ya biz. Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Ve yakışıklı çocuk… O da dönüp bakmıştı. Yangınımı körüklemişti bu. En çok buna sinirliydim zaten. Şimdi çocuğun gözünde, sabah akşam sıkıcı kişisel gelişim kitapları okuyan ama bir türlü kişiliğini geliştiremeyen, hem de başka türden kitaplar, macera dolu romanlar okumadığı için o duyguları tatmayan, belki de şu en elinde tuttuğu kitabı okuması için bile kimbilir kaç safha atlaması gereken sıkıcı bir kızdım artık. Ve ilk defa başka bir şeye de sinirlendiğimi fark ettim. Sadece benimle dalga geçmesine değil, hatta ve hatta bundan önce elimde sadece bir tane kişisel gelişim kitabı görüp, ama onu bitirmem bir yıl sürdüğü için sanki bir yıl boyunca bir sürü kişisel gelişim kitabı okumuşum gibi göstermesine değil, Mavi Tüy’e “kişisel gelişim kitabı” demesine de kızmıştım. Ben onun önünde sadece bir tane kişisel gelişim kitabı okudum, o da Gerçek Sır’dı. Güzel kitaptı elbet, bir yılda bitirmem benim tembelliğimdendi. Ama Mavi Tüy ile Gerçek Sır arasında dağlar kadar fark vardı. Mavi Tüy, ‘kişisel gelişim kitabı’ denilemeyecek kadar romansaldı. Belki kişisel gelişim kitaplarının bize öğütlediğini bize bir romanla yansıtıyordu fakat bu onları asla aynı kategoriye sokmazdı. Bir sürü romanın ana fikri öğüt verici olabilirdi çünkü. Ama bunu onunla o an tartışamazdım. Çünkü ne zaman haklı çıkmaya yaklaşsam, sözümü yarıda keser, ikinci bir dalga geçecek unsurla daha etraftakileri güldürür ve beni susturmayı başarırdı. Tartışamazdım çünkü ben. İkinci cümlede yutkunmaya başlardım, üçüncü cümlede gözlerim dolardı.
Suskun kalmak istemiyordum. Bu benim tam da yakışıklı çocuğun izlenimi olan “sıkıcı kız” a tam onay verir, “ezik” de bonusum olurdu. Normalde böyle zamanlarda aniden bir cevap bulamazdım, sonradan aklıma gelirdi ve “Keşke şöyle söyleseymişim.” derdim. İlk defa cevap aklıma geldi. Ve ani cevabın ilk defa aklıma gelmesinin heyecanıyla, söyleyip söylememek arasında tedirginlik yaşamadım. Bir daha ne zaman aklıma gelecekti kim bilir? Uçak çok sessiz olduğundan, ambiyans müthiş uygundu. Onunla aynı hizaya gelmek için ayağa kalktım:
“Yaa! Demek bizim için yeterli olduğunu düşündüğümüz şeyleri bir yerden sonra yapmamamız lazım öyle mi! Hâlâ yemek yiyor musun Ayşenur!”
Ayşenur, ayağa kalkmamla ciddileştirmeye başladığı yüzünü tam asmış, kaşlarını çatmış ve bir şey demeden yerine oturmuştu. Uçakta sesim yankılanmıştı ve herkes yine sessizdi. Aslında öyle olmadı. Ayşenur’un alınıp oturduğunu gören küstüğüm iki kız, onun yerine bana cevap vermeye başladılar. İkisi iki yandan konuşuyordu. “Kişisel gelişim kitaplarının sana yettiğini söylemedi farkındaysan”,… bilmemne. Ama hayır. Yakışıklı çocuğun önünde çirkef imajı vermemeliydim. Sanki ağzından kaçan o müthiş, susturucu lafı söylemekten pişman, asil bir 20’li gibi, pişmanlıktan çevredekilerin ne söylediğini duyamıyormuş gibi yapıp, sadece boynumu büküp büküp Ayşenur’ bakıyordum. Bu durum beni çok üzmüş, keşke söylemeseymişim gibi. Benim pişman olduğumu gören yakışıklı çocuk, hafif bir gülümsemeyle önüne döndü. Zaten çaktırmadan bakıyordu. Bu çok iyi olmuştu. Ayşenur laf atmasaydı, çocuğun dikkatini çekmeyecektim belki de. Ama şimdi tam bir asildim onun gözünde. Ve o verdiğim cevap! Her saniyesi müthişti!
Uçuş boyunca Mavi Tüy’ü okuyup, ara ara yakışıklı çocuğa baktım. Onun kitap okuduğunu görüp, ben de kitaba dönüyordum.
Uçak inişe geçmeye hazırlandı. Kitabımı kapatıp çantama koydum. Kalkmak için hazırdım. Belki arkasına bakar ihtimaliyle, yakışıklı çocuğa değil, pencereden dışarı bakıyordum. Gerçekten de bir kere dönüp baktı.
Uçaktan, arka kapıdan indim. Yakışıklı çocuk da öyle, Ayşenur ve küstüğüm iki kız da öyle. Yöneticiler de öyle. Ben, tekerlekli valizimle yöneticilerin arkasında, diğerlerinin ise önündeydim. Havaalanına giderken, havaalanının cam kapısının ayna gibi yansımasından hepimizi görebiliyordum. Ayşenur ve iki kız kendi aralarında konuşuyorlardı. Ama bu, benim yakışıklı çocuğa bakmaya çalışırken gördüğüm bir tabloydu. O ise, bir elinde laptop çantası, bir elinde tekerlekli valizini sürerek hızlı hızlı yürümeye çalışıyordu. Yakışıklı çocuk, hızla ilerleyerek Ayşenurları geçti.
Bir şey vardı. Sanki çocuk bana bakıyor gibiydi. Belki de cam kapının yanılsaması olabilir diye düşündüm. Ama hızlı yürürken, benim hizama doğru kaymasından, bana baktığından emin gibi oldum. Bana yetişmeye çalışıyordu. Oha. Bana geliyordu.
Bu… bu tıpkı filmlerdeki gibiydi! İşte tam öyleydi! Sınıfın en asil kızını, sınıfın en yakışıklı çocuğu fark etmişti işte. Artık ona ilgi duyuyordu, artık beraber ders çalışacaklardı ve bu, birlikte vakit geçirdikleri için çok mutlu edecekti onları. Kalbim yerinden fırlamazsa iyiydi. Ne söyleyecekti ki şimdi? Ufacık bir tahminim olsa asil bir cevap tasarlardım belki de kafamda. Ama heyecandan hiçbir şey düşünemiyordum. Çok yaklaşmıştı. En azından nefes alış verişlerimi biraz yavaşlatsam iyi olurdu benim için. O yüzden derin nefes alıp, yavaşça nefes veriyordum. Adımlarımı asla yavaşlatmadım çünkü bunu fark ettiğimi çaktırmak bile istemiyordum. Sonunda bana yetişmişti ve adımlarını yavaşlatarak benimle aynı tempoda yürümeye başladı. Sol hizama yaklaştı. Bu benim için iyiydi çünkü sol profilim daha güzeldi bana göre. Artık cama değil, önüme bakıyordum.
“Pardon!” dedi kısık sesle, hemen bakmadım.
“Bakar mısınız?”
“Buyurun?” dedim.
Gülümsüyordu:
“Az önce yaptığınız… Yani… Arkadaşınıza söylediğinizden dolayı belki kendinizi suçlu hissediyorsunuz bilmiyorum. Ama öyleyse de hissetmeyin. Çünkü o size sataşmasaydı söyleyeceğiniz bir şey değildi ve bir anda ağzınızdan çıktı. Yani olabilir böyle şeyler. İçinizde büyütmeyin. Karışmış gibi olduysam özür dilerim. Sadece… benim de başıma geliyor bazen ve faydası olursa diye söyledim. Çünkü sizde ilk kez olmuş gibiydi.” dedi ve güldü.
Bütün söylediklerini gülümseyerek dinledim ve sonunda ben de güldüm.
“Teşekkür ederim.” Demekle yetindim ve mimiklerimle ona minnetlerimi sundum. Yakışıklı bir çocuk ona yaklaşıp bir iki laf etti diye fırsat bu fırsat muhabbet etmeye çalışmayacak kadar asil bir 20’liydim çünkü.
Havaalanına girmemizle yöneticiler bize “Arkadaşlar şu kapınının oradan bizi alacaklar…” diye başlaması bir oldu. Vay canına! Bu çok iyiydi. Yöneticiler tam zamanında söze girmiş ve konuşmamız bitmişti. Yoksa mal gibi aynı hizada yürümeye devam edebilirdik. Ayşenur ve iki kız arkamda kısık sesle konuşuyorlardı. İşte film devam ediyordu! Sınıfın diğer kızları beni çekemiyordu. Kesin arkamdan konuşuyorlardı. Yakışıklı çocuğun bana ne söylediğini deli gibi merak ediyorlardı kesin. Hele ki gülüştüğümüzü görmüşlerse of süper olurdu. Havaalanından otele kadar kalbim hıphızlı atarken gittim. Belki aynı otelde kalıyoruzdur, belki bir sinemada, bir tiyatroda karşılaşırız gibi bin türlü hayal geçti aklımdan. O zaman ne yapacaktım? Yine sadece gülümserdim. Belki ilk merhabayı ben verirdim.
Otele yerleşmeye başladık. Neyse ki arkadaşsızlığım otelde yüzüme vurulmadı, rasgele bir kızla aynı odaya yazdılar adımı: Ilgın. Onu severdim, güzel güzel konuşurdu benimle. Baktım, tavır yapmıyordu; gayet sıcak bir şekilde: “Aynı odadayız demek.” dedi. Birlikte odaya çıktık. Valizimizi boşaltmaya başladık. Bozulmuş t-shirtlerimi tekrar katlıyordum.
Ayşenur’dan özür dilemeyi düşünmüyordum. Verdiğim cevap beni çok tatmin etmişti ve arkadaşlığımızın attığım bu kapakla kalmasını istiyordum biraz. Zaten istediğim zaman barışırdım. Yeterince pişman imajı vermiştim çünkü.
Ilgın: “Fazilet?” dedi. Ses tonundan, sanki gizlemeye çalıştığım bir sırrı öğrenmek istiyormuş gibi sezdim. Muhtemelen Ayşenur ile ilgili bir şey söyleyecek veya soracaktı.
“Efendim?”
“Hani uçaktan indikten sonra havaalanında bir çocuk seninle konuşmuştu ya, onu tanıyor musun?”
Hafifçe kaşlarımı çattım. Bu konuyla ilgili soru sormasını istemiyordum. Büyülü anlarımı bozmasını istemiyordum:
“Hayır.” dedim. Bakalım “sana ne dedi” türünden sorular sormaya yüz bulacak mıydı? Bulmasa iyi olurdu çünkü dürüst davranıp söylerdim, bu sefer de Ayşenur’dan konu açılırdı falan.
“Ben onu biliyorum biliyor musun?” dedi. Muhtemelen bir arkadaşının ağabeyinin bir şeyidir falan. Ama en azından belki okuduğu üniversiteyi falan öğrenebileceğim kadar tanıyordur. Kaşlarımı çatmayı bıraktım:
“Hadi ya?”
“Evet! O “…………. …….” nin oğlu. Onu biliyor musun? Kişisel gelişim kitapları yazarı. Aynı zamanda seminerleri de var. Bu da onun oğlu işte, babasının yolundan ilerliyor denebilir, hahaha! Onun da artık seminerleri var. Kitap yazdı mı bilmiyorum. Ablam PDR’de okuyor, oradan biliyorum. O hep takip eder böyle şeyleri. Bazen beni de seminerlere sürükler. Bilmemen normal yani…………….”
Artık söylediklerini duymuyordum. Her şey cuk diye yerine oturmuştu. Onun gibi cool bir çocuk, bir kızın vicdan azabı çekmesini neden umursayacaktı ki? Sadece kişisel gelişim kitaplarının öğütlediği bir davranışı uyguluyordu üzerimde:
‘İnsanları yargılamaktan vazgeçin. İyi yönlerini görün. Onları takdir ettiğinizi söyleyin. Hatta tanımadığınız insanlara bile. Yoldan geçerken çöpü yerden kaldıran adama davranışından dolayı teşekkür edin. Çevrenizdekilerin kendilerini iyi hissetmelerini sağlayın. O pozitif enerjiyi siz de alacaksınız.’
İki saatlik hızlı nefes alış verişlerim ve hızlı kalp atışlarım son bulmuştu. Aynı filmlerdeki gibi yaşadığım sahneler ve hisler, bir film süresi kadar sürmüştü. Ben bu filmin başrolü olamamıştım.
Bir daha kendimi bu kadar kaptırıp rezil olmayacaktım.

FAZİLET AYDIN
04/08/2011 

mavi ışık kazanı

    'Evrendeki her şeyin belirli bir düzeni vardır.' muhabbeti dönüyor ya, işte onu ben de farkettiğim zaman manyak gibi seviniyorum. Acayip böyle salak gibi. Sanki önceden tekdüze yaşıyormuşum da, artık o düzene ben de dahilmişim gibi. Halbuki başından beri o düzenin bir parçasıydım. Ama bunun da artık o andan itibaren farkında olduğum için, oradan geliyor bu mallık. Artık her şeyi biliyormuşum.
    Bizim arabayı araç muayene bir şeyine götürecektik. Babam müsait olmadığı için annemi gönderdi. Annem de yalnız kalmamak için beni de götürdü. Otoban gibi bir yere çıktık.
    "Bak Fazilet, şimdi sol şeritte 'TAV' diye kocaman bir levha olacakmış. Araç muayenesi yaptıracağımız yer orasıymış. Sen de dikkat et tamam mı?"
    "Peki."
Beş dakika ilerledikten sonra bağırdım:
    "Aaaaa anne işte TAV!"
Biraz ilerledikten sonra:
    "Yok yok. Orası TÜV'müş. Yanlış görmüşüm."
Annem dedi ki:
    "Tamam işte TÜV'dür o. Baban yanlış söylemiştir."
Aklımın ucundan geçmemişti! O an düşündüm: babam bana TAV demiş olsaydı, annem yanımda olmasaydı, ben de TÜV'ü görseydim; bütün otoban boyunca ilerleyip TAV'ı mı arayacaktım? Cevabını bilmek istemiyordum.
    Biz sağ şeritteydik. Sol şeritteki TÜV'e gitmek için ileriden bir U dönüşü bulup geçmemiz gerekiyordu. O da bayağı ileridenmiş. U dönüşü yaptıktan sonra, alt geçit ve üst geçit çıktı karşımıza.
    "Eee hangisi şimdi?!" dedi annem.
TÜV'ün önünden geçerken dikkat etmemiştik.
    "Alt geçit gibiydi sanki." dedim.
    "Yok yok üst geçitti." dedi ve üst geçitten ilerledik.
TÜV'ün önüne geldiğimizde alt geçitten geçmemiz gerektiğini gördük.Dümdüz ilerleyip, bir U dönüşü bulup, geldiğimiz yoldan tekrar sağ şeritte ilerleyerek, aynı U dönüşünden sol şerite dönüp alt geçitten geçtik. TÜV'e vardığımızda, annem ruhsat ve benzeri şeyleri alıp bana arabada beklememi söyledi. Kısa bir süre sonra geri döndü: "Baban araç muayenesi için bana para vermişti. Onu evde unutmuşum."
Dümdüz ilerleyip eve döndük, ben arabada bekledim, annem parayı aldı, otobana çıktık, sağ şeritten ilerledik, U dönüşünden sol şerite döndük, alt geçitten geçtik, TÜV'e geldik. Annem ruhsat ve benzeri şeyleri aldı, ben arabada bekledim. Evrak işleri tamamlandıktan sonra arabamızı muayene için aldılar. Mustafa enişte:
    "Muayene sırasında çok beklersiniz." dediği için yanımıza birer kitap almıştık. Ama tepedeki yakıcı güneşle fırtına gibi esen rüzgar birleşince ikimiz de okumaya yeltenmedik. Annem, ameliyathanenin penceresinden çocuğunu izler gibi, arabanın muayene edilişini izlemeye başladı, güneş ışığını kıran karanlık camdan.
    "Ne yapıyorlar arabamıza?!" diye bağırdı önce.
Tekerleklerin altında dönen silindirleri görünce, onaylayan ve takdir eder gibi bir ses tonuyla:
    "Aaaa bak tekerlekleri kontrol ediyorlar."
Bizim arabanın önünde bir tır vardı. Muayenenin son safhasındaydı ve bitince çıkacaktı.
    "Bak orada da başka bir şey yapacaklar." dedi annem, tırın olduğu yeri göstererek.
Etrafıma biraz bakındım. TÜV'ün arkasının olduğu gibi tarla olduğunu farkettim.
    "Anne orada kaplumbağa var mıdır?" diye tarlaya doğru koşmaya başladım.
Annem de peşimsıra geldi. O artık buna alışmıştı. Çünkü çocukluğumdan beri gördüğüm küçük-büyük bütün tarlalarda kaplumbağa arardım. Tel örgülerin arasından pamuk tarlasına bakmaya başladık.
    "Bak orada bir tane pembe çiçek açmış. Bak şurada da tomurcuk var."
    "Toprak kuru gibi."
    "Yok yok kuru değil. Aksine yeni sulanmış, sadece yüzeyi kurumuş, güneşten."
Şöyle böyle derken, arabanın muayenesi bitti ve 'Hafif Kusurlu' olarak sonuçlandı.
Yan tarafta bir bayan, arabası muayeneden çıkmak üzereyken dua ediyordu, sanki çocuğu içeride sınav oluyormuş gibi. Ben ise, arabaya bindikten sonra, sınav sonucumu almış gibi heyecanla, dört tane hafif kusurun ne olduğunu inceliyor, anneme aktarıyordum.
    Şimdi o evrenin devasa düzeni, benim de müthiş bir parçası oluşum bunun neresinde? Hah! Başa dönelim.
    Ben meslek sahibi olsam, ehliyet kursuna gitsem, ehliyetimi alsam, para biriktirsem, araba alsam, arabamı araç muayenesi bir şeyine götürsem, sağ şerit - sol şerit; üste geçit - alt geçit arası bu aksilikleri yaşasam; otoban üzerinde bir tane beton direği gözüme kestirir; anarya gidip gidip o direğe çarpardım. Bu kesinlikle sinirimi yatıştırmayacağından, bilincimi kaybedene kadar bunu yapardım. Ve o gün, annemle bu gerginliğin binde birini yaşamamamızın tek bir nedeni vardı: baba korkusu.
    Baba korkusu apayrıdır. İnsanı kötü şeyler yapmaktan alıkoyan en büyük etkendir baba korkusu. Dizginleyendir. "Dur" diyendir, "Kendine gel" diyendir, "Bittin sen" diyendir, "Duyarsam bittin sen" diyendir, "Görürsem bittin sen" diyendir baba korkusu. Eğer biz, o kadar aksiliğin üstüne, 'dört tane hafif kusur neymiş' diye bakacak kadar sakin, dua eden bayanı farkedecek kadar telaşsızsak; bunun sebebi, bütün o aksilikleri babamın bilmiyor oluşunun verdiği mutluluktur. İşte tam da böyle bir düzenin parçasıydım ben. Korkularımızın bile lehimize işlediği bir düzenin. Bunu farketmiş olmanın verdiği salağımsı bir mutluluktu işte.
    Dönüş yolunda, tamamen 'temiz iş' olması için benzin doldurttuk. Jest olarak arabayı da yıkattık, benzincinin verdiği hediye fişle. Ufak bir sorun kalmıştı:
    "Ben bu arabayı aldığımda, benzin miktarı şu ankinden daha azdı." dedi annem. Sonra biraz durdu, bana yan yan baktı ve:
    "O zaman biraz turlarız." dedi.
Baba korkusunu dizginleyen anne rahatlatışı da buydu. Evrenin devasa dengesi, dönüşümünü tamamlamıştı işte. Ve ben bu döngünün müthiş bir parçası olmuştum. Bunu farketmiş olmanın verdiği manyağımsı bir mutluluktu işte.
FAZİLET AYDIN
26/07/2011

mavi ışık kazanı

  

* Lisedeyken edebiyat öğretmenimiz bir olayı sıkça paylaşırdı bizimle:
Neyzen Tevfik eve giderken bir adamı durdurup sormuş: “Neyzen Tevfik’in evi nerede?”
Adam cevap vermiş: “Ama Neyzen Tevfik sizsiniz?” Neyzen Tevfik bunun üzerine şöyle demiş: “Ben sana ‘Neyzen Tevfik kim?’ diye sormadım, Neyzen Tevfik’in evini sordum.”
Bu hoca bize her zaman sadece sorulan sorulara cevap verilmesi gerektiğinin önemini hatırlatırdı. Sonrasında ne zaman yazılılarımızı kontrol etse, biz merakla sonuçları beklediğimiz zaman, notları açıklamadan önce şunu söylerdi: “Ben Neyzen Tevfik’in evini sormuşum, kimisi Neyzen Tevfik’in kim olduğunu yazmış.”
Dün ilk defa alkolün dibini boyladıkları bir mekana girdim. Aslında ilk defa dibini boylayan kişilerle aynı masada oturdum. Edebiyatçılarla içenler arasında  bu hikayede ufak bir farklılık sezdim:
“ Lan bi gün Neyzen Tevfik acaip sarhoş olmuş, evin yolunu bulamıyo tamam mı. Yoldan bi adamı çevirip sormuş: “Neyzen Tevfik’in evi nerede?” Adam demiş: “O sizsiniz?” Neyzen Tevfik de: “Ulan onu biliyorum dangalak ben evini sordum.” demiş ppuhahahahaha…..”
Hangisi doğru bilemedim. Ama ikincisi daha olabilir gibi geldi. Yani mesela düşünecek olursak, Neyzen Tevfik durduk yere yoldan geçen bir adama niye sorulan soruya cevap vermenin önemini anlatmak için böyle bir şey yapsın ki? Yani neden o adam? Mesela o adam gerçekten de sorulan sorulara cevap vermeyi önemseyen biriyse ve Neyzen Tevfik’in evini tarif etse, Neyzen Tevfik ne yapacaktı? Rezil olurdu ki. Böyle bir risk almış olsun? Sanmam. Kafası iyidir o an. Eğer birinci hikaye doğruysa, büyük adam vesselam.

* Hani böyle iki samimi arkadaş küser. Sonra birinin başına güzel bir şey gelir. Efendime söyleyim diğeri haberdar olur. Kıskanacak mı acaba diye dönüp o diğerine bakan insan topluluğuna kıl olduğum kadar bir insana daha kıl olmam. Ne bekliyordun haspam? Küs onlar küs. Yani biri çamura düşse öteki üstünden geçer. Birinin kızkardeşine Nuri Alço dadansa öteki otel parasını cebinden karşılar. Eski samimi ama şimdi kanlı bıçaklı arkadaşı adına sevinecek miydi kurban olduğum? Hayır onlara da ayrı bir üzülürüm. Arkadaşının adına sevinmek neymiş olm? Bir şey olduğunda niye salak gibi arkadaşına seviniyorsun ki? Önce bir sor bakalım bende niye yok. İç hesaplaşma filan? Ah şeytani duygular. Severim.

* İzmir ne güzel yermiş. Yalnız hayatımda “aktarma” lafını en sık duyduğum ve kullandığım dönem oldu İzmir’deki birkaç gün. İzmir’in hayatı aktarma. Onu geçtim, bindiğim neredeyse bütün otobüslerde hayvan kadar “ESHOT” yazıyor, fakat ESHOT’un açılımını bilen tek bir İzmirliyle veya orada okuyan öğrenciyle karşılaşmadım. Kime sorduysam da güzel soru olduğunu, bunun ona ders olduğunu, eve gidince bakıp öğreneceğini söyledi. Aslında o kadar da önemli olmadığı halde, baktın bilmeyen insan çoğunlukta; bir yerden sonra pisliğine sormaya başlıyorsun. Merak bile etmiyorsun artık aslında. Biri sorsa “Haa. Tamam.” Deyip geçeceksin. Ama kimse bilmiyor işte. Pislik değil mi? Otobüste yanında oturana daya soruyu. Ah şeytani duygular. Severim.

* Bu sabah erkenden evden çıktım. Uzun bir yürüyüşün sonunda boş bir park gördüm. Bitişiğinde de spor aletleri vardı. Birkaç amca ve teyze spor yapıyordu. Gölgedeki boş salıncağa oturdum. Sallanmaya başladım. Biraz hızlandım. Hemen çocukluğum aklıma geldi. Bazı salıncaklar vardı, hiç sevmezdim. Hangi parkta hangi salıncağın o pislik salıncak çıkacağı belli olmazdı. Başta yavaş yavaş sallanırken güzel gider, hızlanınca çapraz gitmeye başlardı şerefsiz. Hızlandıkça daha da çapraz giderdi. Yamuk yumuk sallanırdım ve yüzümde mutsuz bir ifade olurdu. Sonra ayaklarımı yere sürtüp yavaşlatır; çok binesim varsa yavaş devam eder, pek binesim yoksa da hiç uğraşmaz inerdim. Baktım bu o şerefsiz. “Allahım” dedim: “her şeyde beni mutsuz edecek bir kıymık buluyorsun.” Sonra salıncaktan inmedim. Bu yaşa geldim diye düşündüm. Bu salıncağın sorunu ne olabilirdi?  Baktım tepesine. Yamuk sallanıyorsa, muhtemelen en tepedeki vida bunu o yöne ittiği içindir. Ben de tepedeki sağa bakan vidayı karşıya çevirdim. Hakkaten de düzeldi. Başladım sallanmaya. Hızlandım, hızlandım. Sonra yavaşladım falan. Sonra sağımdaki salıncağa spor yapan teyzelerden biri geldi oturdu. “Biz de biraz çocukluğumuzu yaşayalım, küçükken yaşayamadık.” dedi. Gülümsedim, teyzeye eşlik ettim, aynı anda sallanmaya başladık. Aradan bir dakika bile geçmeden salıncağı yavaşlattı ve indi. “Benden bu kadar.” dedi. O an anladım ki teyzenin başı dönmüştü. Anlaşılan küçüklüğünde isteyip de yapılamayan bazı şeyler, büyüyünce imkanın varsa da yapılamıyor. O an salıncağın zincirlerini sımsıkı tuttum. Ve bacaklarım ağırıncaya kadar sallandım. En azından bir çocuk oyunu için hayata geç kalmamıştım.
FAZİLET AYDIN
22/05/2011

mavi ışık kazanı



* BİM'deki kasiyer adamın, taşınacağımı söylediğimde ne kadar üzüldüğünü görünce farkettim ne kadar çok çikolata tükettiğimi. Keşke başka yerden koli isteseymişim.
* "Fazilet! Sen onlara elleme ha! Ben hallederim." diyerek bulaşıkları hatırlatır babaannem.
* Restorana gidip bir şey sipariş edince zartadanak gelmesi hoşuma gitmiyor bazen. Genelde tercihimdir ama bazen sevmiyorum işte. Sanki ben hep orada oturmak istiyormuşum da, onlar da: "Al işte yemeğin. Ama bunu yedikten sonra kalkıcaksın tamam mı!" demiş gibi oluyor. Alınıyorum lan. Getirmesinler öyle hemen. Bir gün bir garsona içimi dökücem. O yemek bedavaya gelmezse noliym.
* Hani olur ya, televizyonda adamın biri böyle rezil olur, gülmekten aklın gider; iki gün sonra sen aynı duruma düşersin: "Aslında herkesin başına gelebilirmiş." olur; ne b.ktan durummuş arkadaş!
   Dizilerde falan görürdüm böyle, adam "Doktorum." deyince herkes şikayetini anlatırdı, havuz başında olduklarını umursamadan. Gülme efektleri gırla giderdi. Geçen gün yolculuktayken yanımdaki kadın "Eşim doktor." dedi, ben derdimi anlattım. Eşim doktor dedi, eşim. Adama oha derler. Bırak ya.
* İki dudak arası salya sünmesi kadar iğrenç bir durum varsa o da iki diş arası salya sünmesidir. Her iki durumda da konuşmayın. O durumda konuşan adamın hayatta hiçbir yerde şansı yok. Ne iş başvurusunda, ne ilişkide, ne kariyerde. Aile sevgisi desen o da nanay. Annen bile tiksinir, demedi deme.
* Rezillemek diye bir kelime gerçekten var zannediyordum ben. Rezil etmek anlamına gelen. Meğersem yokmuş. Uydurmaymış. İki sene boyunca kullandım ben o kelimeyi. Yazıklar olsun. Meriç cancağızım: "O ne ya? Turşu yapmak gibi bişey mi?" diye dalga geçmese, ne zaman ayıkacaktım.
* Bir tane şarkı vardı, içinde mıncıklama gibi kelimeler geçiyordu. Çok pis psikolojimi bozdu o şarkı. Yıllar önce bir - iki kez duydum ama hâlâ bazen aklıma gelince bütün insanlığı saçma buluyorum. Bilinçaltımda kapladığı yerden rahatsızım. Belki mıncık haricinde bir kelime olsa böyle olmayacaktı. Bilmiyorum çok mutsuzum.
* "Altı üstü öğrencisin!" denilerek lüks çantalar mağazasından kovulduğumdan beri özgüvenim törpülenmişti. Ama ne zaman ki pazara gittim, "öğrencisin" denilerek indirim yapıldı, fazladan sebze - meyve verildi; özgüvenim tavan yaptı. Yurdum insanı işte. Aslında mantıklı olan, zenginlerin indirim yapması ama elinde avucunda olmayan esnaf bey amca öyle düşünmüyor. Mantıklarına değil, kalplerine uyanı yapıyorlar. Can - ciğerdir, omuzlarda taşınası yurdum insanı.

 FAZİLET AYDIN
31/03/2011

mavi ışık kazanı

 

Birşey oldu. Ne olduğunu bilmiyorum ama birşey oldu. Adını koyamıyorum şu an. Emrivaki mi, dediğim dediklik mi, ikna gücü mü? Birşeye kurban gittim ama... Birşey oldu.
Esra'nın arkadaşının evine davetliydim. İyi çocuktur Mehmetcan. Sağolsun çağırmış beni. Mangal yapacaklarmış falan. İki tane de ev arkadaşı var Mehmetcan'ın. Biri Umut, onunla tanışmıştık. Diğerini ise hiç görmedim : Sercan.
Sercan hakkında birsürü şey duymuştum Esra'dan. Zaman zaman anlatırdı birşeyler. Hepsi zihnimde yavaş yavaş biraraya gelmiş, sanki bir yap-bozun parçalarının birleşmesi gibi birleşmiş, kafamda bir Sercan oluşmuştu hemen hemen.
Mesela bir gün: " Sercan böyle iri yarıdır, oturduğu yerden kalkmaz. Emir verir gibi konuşur herkesle. 'Sen şunu yap, sen bunu yap,...'  Umut da saf, yapar her dediğini. Ama Mehmetcan'a öyle pek ses çıkarmaz. Bazen bana öyle yapmaya kalkar, hemen ağzının payını veririm.  'Şunu getir.' der mesela, 'Getirir misin demek istedin herhalde!' derim. Geçen gün Ali'yle mutfakta bunu konuşuyorduk, 'ne biçim konuşuyo be öyle' diye şikayetleniyorduk. Sonra bunlar okey masasındayken Sercan Umut'a: 'Sen çay koy.' dedi. Tam Ali odaya adım attı: 'Sen de kağıt-kalem getir.' dedi. Ali böyle bakakaldı, 'hık' bile demeden gitti getirdi çok güldüm ya ahhahaha..." demişti Esra.
Bir gün de 101 oynuyoruz. Ben perlerimi açtım. Perlerimden birinde okey vardı, başka biri okeyi alıp, yerine olması gereken taşı koyunca, kız bana 101 yazdı. 'Öyle olmaz, yazılmaz' falan dediysem de dinletemedim. Sonra Esra dedi ki: "Fazilet, Sercan da öyle dedi. Bak ben de senin gibi zannediyordum ama Sercan 'Siz yanlış oynuyorsunuz ya, bu böyle böyle oynanır.' dedi. Meğer doğrusu buymuş."
Esra'nın böyle birşeyi çabucak nasıl kabul ettiğine inanamadım. Esra dediğim dediktir ve Esra'yla kaç kez 101 oynamışlığımız var değişik arkadaşlarla. Bir kişinin lafıyla nasıl kabul eder!
Böyle böyle kafamda kabataslak bir Sercan vardı. Böyle şişko, üşengeç, yerinden kalkıp da birşeyi getirmesi birsürü zaman alacağı için başkalarına yaptırıyor; diğerleri de durumun farkında olduklarından ses çıkarmıyorlar. Ama Sercan öyle kendini acındırır gibi 'Şunu getirir, şunu götürür müsün?' demeyi kendine yediremediği için emir kipiyle konuşuyor. Zaten eve yeni çıkmışlar, diğerleri de ses çıkarmıyor gereksiz yere gerginlik olmasın diye. Öyle pek umursadıkları yok da alttan alıyorlar işte.
Akşam Esra'yla yola çıktık. Eve yaklaştığımızda Esra: "Mangaldan sonra 101 de yaparız. Çok şamata ya ahhahaha..."
O an  birşeyler oldu bende. Sağ elimde kılıç, sol elimde zırh, kafamda çelik kask,, üzerimde ejderha armalı şövalye kıyafeti beliriverdi. Bu savaşı ben kazanacaktım. Çünkü 101, benim bildiğim gibi oynanırdı. O yanılıyordu.
Eve geldik, kapıyı Mehmetcan açtı. Ağzı kulaklarında "Hoşgeldiniz" dedi. Yazık, severim Mehmetcan'ı ya. Neyse sonra Umut'u gördüm. 'Gelmen için illa mangal mı lazımdı' falan şakalaştık; Sercan ortada yok. Mutfağa doğru ilerledim. Esra önüm sıra yürüyordu. Önce ellerini gördüm Sercan'ın. Şişleri falan hazırlıyordu. Esra sağa doğru tezgaha çekilip, ben mutfağa girdiğimde artık karşımdaydı. Upuzun boylu, omuzları geniş, vücudu yapılı, dağ gibi Sercan.
Şişko, sivilceli, gözlüklü, paspal hayali Sercan, kafamın biraz üzerinde bir bulut içinde belirip, tuzla buz olmuştu. Zırhım, kılıcım, kaskım yere düştü. Üzerimde kirli kahverengi, bol bir köle kıyafeti vardı. Ben, şövalyelerin botlarını temizleyip, zırhlarını parlatan bir ucubeydim sadece. Hele ki sesi... O kadar 'hükmedici'ydi ki...
Bütün senaryo kafamda yeniden canlandı. "İri yarı" demişti Esra. Şişko değil; uzun ve yapılı demekmiş o!
"Umut da saf. Yapar her dediğini." Saf mı! Saçmalık be! Korkusundan yapıyordur lan şuna baksana! Döver lan bu!
Ali'nin de önce mutfakta çekiştirip sonra neden 'hık' demeden kağıt-kalem getirdiği şimdi anlaşıldı!
Esra'nın isimlerimizden ibaret tanıştırmasıyla, Sercan'ın "Memnun oldum." deyip işine dönmesi bir oldu. Elimde olmadan, Sercan'dan rahatsız olmaya çok müsaittim artık. Sürekli Esra'nın dediklerini doğrulayacak açıklar arıyordum. Bir ara Esra'ya dedi ki: "Sen onu hallet, ben mangalın başındayım."
"Aha!" dedim içimden. "Ne demek 'sen onu hallet'! Zaten Esra tavukla ilgileniyor. Sen demesen de yaptığı şey bu!"
Sonra dikkatimi dağıtmaya çalıştım. "Mehmetcan iyi çocuk, ben tavuğu çok severim, Esra'yla mutfaktayız, hadi hadi başka şeyler düşün."
Uzun bir süre rahatlamıştım. Tabi yemek yerken Sercan'ın pek konuşmamasının payı bunda çok büyük. Bir ara Esra dedi ki: "Sercan, dünkü bulaşıklarını yıkamamışsın, ben yıkadım: Teşekkür edebilirsin."
"Teşekkürler." dedi Sercan, sırıttı. Eski Türk filmlerinde Tarkan'ın kurdunun babasını öldüren kötü kraldı resmen.
Sofra toplandı (yanlış hatırlamıyorsam Sercan'ın hiç bir yardımı olmadan), televizyon izliyoruz.
"Bakın ne buldum." dedi Sercan. Elinde, içinde tek şeker kalmış olan şeker kutumu sallıyordu. "Oooo hem de 1 tane kalmış." dedi.
"Senin olabilir." dedim.
"Sormicaktım zaten." dedi, attı ağzına.
Sesimi çıkarmamakla birlikte, komikçe bir şaka yapmışçasına da hafifçe güldüm. Aradan biraz zaman geçti,
"Hadi 101 çevirelim." dedi Sercan. Hemen ardından Umut'a okey takımını getirmesini emretti.
Bu kez sessizliğimi korumamakta kararlıydım.
Evine gelen misafire, evine gelen misafirmiş gibi nezaket göstermiyor olması, evine gelen misafir değilmiş gibi döveceği anlamına gelmezdi elbet.
Cesaretimi topladım, derin bir nefes aldım: "Tamam ama, senin bir kuralın varmış, ben 101'i öyle oynamam." dedim.
Güldü: "Neymiş o?" dedi.
Sırıtınca ben de yüz buldum, dayı dayı konuşuyorum:
"Şimdi ben açtım mesela masaya, perlerden birinde okey var. Sen taşı okeyin yerine koyup, okeyimi alırsan, bana 101 yazılmaz." dedim.
Polat Alemdar gibi başını bir kez eğip kaldırıp, aynı esnada gözlerini de kapatıp açarak, tok bir sesle: "Yazılır." dedi.
"Yazılmaz." dedim.
"Ben yazarım." dedi.
"Yazamazsın." dedim.
"Ben öyle oynamam." dedi.
"Oynamazsan oynama." dedim.
"Oynamıyorum o zaman." dedi.
Esra araya girdi: "Tamam o zaman Umut gel sen oyna. Bak Sercan hemen yerine birini buluyoruz ahahahahha..."
Ben ilk söylerkenki güldüğünde, zannetmiştim ki 'Tamam hadi senin dediğin gibi oynayalım.' diyerek aklınca babayiğitlik yapacak. Meğer "Sen ne diyeceksen söyle de, benim dediğim gibi oynanacak , onu da bil yani." sırıtışıymış.
Okey masası kuruldu;  Esra, Umut, Mehmetcan, ben oynayacaktık.
Sercan koltuktan kalkıp masanın başına oturdu: "Esra sen Mehmetcan'la birlikte oyna." dedi.
Ben salaklığımı korumaya devam ederek: 'Haaa... Baktı bizi 101 oynarken izleyemiyceeek; benim dediğim gibi oynamaya razı oldu işte.' diye düşündüm. Zira pek uzun sürmedi. Hemen kağıdı kalemi eline aldı: "Yazarım ha 101'i. Öyle olursa yazarım ha 101'i..." diye uyarılarda bulunmaya başladı.
Kimse sesini çıkarmadı. Bitmişti işte. Onun dediği gibi oynanacaktı. Her şey bir yana, sadece birşeyi merak ediyordum:
Lan 'ÇÜŞ' kelimesi niye var? Kullansanıza doya doya!
Dediğim gibi, hiçbirimiz ses çıkarmadık.
Ben, oyunun benim söylediğim şeklinin doğru olduğunu anlatmaya çalıştım.
"O kadar korkuyorsan okeyli per açma." dedi.
"Korktuğumdan değil. Sadece yanlış oynamak zoruma gidiyor." dedim.
"O kadar eminsin yani." diye alay etti ve oyuna başladık.
Yavaş oynadığımı belirten imalarda bulundu, taş çaldı, elime baktı hatta bir ara elden bittiğimi benden önce farkedip, elimi o açtı.
Tamam evet çok eğlendim. Hatta Sercan'a söylemedim ama mantıklı olan da onun dediği gibi oynamakmış. Öyle kafana göre okeyli perle açarsan önlemsizlik olur. Halbuki 101 önlem oyunu.
Saat geç oluyordu ama Sercan'ın Mehmetcan'a: "Senin batak bilgin pek yok." demesi üzerine Mehmetcan'ın hırs yapıp batak oynamak için diretmesiyle geceye devam ettik. Ben de dünden razıydım. Mehmetcan'ı çok severim ben.
Sercan her oyunda yenermiş meğer. Kendine güveni de çok.
Batak başladı. Bu kez hiçbir imaya maruz kalmamak için hızlı oynamaya özen gösterdim. Oyun ilerledikçe, "Bu kız bu oyunu biliyor." demeye başladı. Birkaç el üst üste söyleyince çok şaşırdım. Afalladım biraz: "Övüyo mu ki şimdi bu? Alay etmiyordur herhalde. Yooo yeniyorum. Tamam onun kadar yenmiyorum ama ikinci sıradayım şimdilik. Ciddi bu ciddi."
Bir ara öyle birşey oldu ki -bu en çok dikkatimi çekendir- böyle batak esnasında geyik falan yaparken Sercan: "Çerezi uzat." dedi ve ben çerezi uzatıp, kaldığım yerden devam ettim.
Birşeyler cuk diye oturdu yerine ama tam olarak ne olduğunu bilmiyorum. Öyle bir anda emir kipiyle konuştu ki, "Uzatır mısın demek istedin herhalde!" demek, beni 'ortamı geren' yapardı.
Asıl sorun, benim bunu takmamamdı. Kullandığı ilk emir kipinde, 'İşte bütün saygınlık gitti!' diye bozulmam gerekirdi.
Amacının emir vermek değil, sadece çerez uzatayım diiye gereksiz nezaket göstermek istemediğini mi düşündüm, 'Bir çerez için ağıt yakacak hali yok ya!' diye mi düşündüm, 'Sercan'ı az çok tanıdın. Senin üzerinde hakimiyet kurmak değil, arkandaki bir kâse çerezi istiyor. Dikkatsiz bir anına gelmiştir, 'uzat' diye kısa kesmiştir' diye mi düşündüm bilmiyorum.
Birşey oldu ama bilmiyorum.
Bildiğim şey, evden çıkarken şunu dediğim: "Bir gün bize de gelin. Çok eğlendim bugün, haha!"
FAZİLET AYDIN
08/12/2010

mavi ışık kazanı






* Üslup olayına somut bir örnek buldum, vermezsem ölürüm. Şimdi mesela kaygan bir zemine (cep telefonu ekranı mesela) tırtıklı bir şey yapışınca, kalem ucu gibi sivri birşeyle kazıyıp çıkarınca önce çok mutlu olursun. Çünkü o pütür pütür şeyden kurtulmuşsundur. Sonra bakarsın, kazıdığın yerde ince ucun izleri çıkmış çizgi çizgi, PİŞMAN OLURSUN. Ama mesela pamukla (pamuğa birşey sürerek de olabilir) silince sakin sakin halletmiş olursun, belki katur kutur kazımanın verdiği hazzı vermez ama temiz iştir, için rahattır, sonunda sen mutlu olursun. Oh!
Anafikir: Pamuk gibi ol.
* İnsanları dinlerken dalmak şu sıralar hat safhada bende. Biri bir şey anlatırken aklıma bir şey geliyor, beni alıp götürüyor, mal gibi bakıyorum anlatana. Dün 2. sınıftakilerle 3. sınıftakilerin beraber girdiği bir dersteydim. Ara verildi. 2. sınıftakilerden bir kız bana bir hocayla ilgili soru sordu: "Birşey oldu da hocayla aramızda, acaba bana taktı diye mi hoca beni bıraktı?" dedi, olayı anlatmaya başladı. Ben daldım. Arada duyduğum cümleler:
"......
Kız dedi 'Ben Kayseri'ye gidicem yer değişelim.'
......
Hocaya demiş ki 'Hocam Ayşe hasta.'
.......
Hoca geldi, ders anlattı, dersi bitirdi, bana konu anlattırmadı."


Ben sordum: "Ayşe Kayseri'ye mi gidecekmiş?"
"Ayşe benim." dedi, bir daha konuşmadık.


* Üç ayı aşkın bir süredir reddediliyorum. Şuraya gidelim mi? Hayır. Şunu yapalım mı? Hayır. Bunu alalım mı? Hayır. İkna yeteneğim zaten yoktu da üç aydan fazla bir süre boyunca hiçkimseyi hiçbirşeye ikna edememek yıldırıcı ve tuhaf. İlk ay baya zorlandım ama birkaç ay geçince alıştım. Alışmak da beni daha fazla reddedilmeye götürdü tabi. Çünkü cevabın 'Hayır' olduğunu bilerek sorduğunda, soruş tarzından kaybediyorsun bir kere. Şuraya gidelim mi? (Gitmiyceksin di mi? Biliyorum ki zaten. Öylesine sormuştum ben. Yoksa ben de istemiyorum. Hadi 'Hayır' de de ikimiz de kurtulalım.) Otomatik olarak 'Hayır' geliyor tabi.
Herneyse birkaç ay içinde alışmıştım ben. Ama üç ayın sonunda öyle bir şey oldu ki her şey başa döndü. Bütün o alışmışlığımı yitirdim. Reddedilmenin doruğunda bırakıldım resmen. Hem de nasıl olduğunu bile anlamadan.
Bir gün internetteyken bana bir mail geldi, gelir gelmez açtım. Bir arkadaşım beni profil bilgilerinde kızkardeşleri listesine koymuş. Sevdiğim bir arkadaşım olduğu için çok sevindim. Ama profiline baktığımda kızkardeşleri arasında yoktum. Defalarca girdim profiline, yoktum.
Afalladım lan artık. Durduk yere kardeşimi kaybettiğime mi yanayım, hiç aklımda bile yokken, ben teklif etmemişken böyle bir şeyden reddedildiğime mi yanayım, oturduğum yerde kardeşlikten men edildiğime mi yanayım yoksa... Ya bir de şunu merak ediyorum ben. Beni kardeşi yapmasıyla vazgeçmesi arasındaki o on saniyede aklına ne geldi? Ne oldu da böyle mosmor oldum? Neyse ya. İyi ki referandumu herkese ben teklif etmiyorum, haha!
* Hani asık suratlı olup da karizmatik olanlar var ya, aslında onlar gülünce de güzel. Asık suratlı olmak, ciddi durmak bir insana yakışabilir ama bu her zaman suratını asmasını gerektirmez. Sürekli surat asmak insanı sürekli karizmatik yapmaz; boğucu yapar. Sıkılırsın artık onun yanında. O kadar da güzel gözükmez gözüne. 'Ulan iki gül be! İnsan var karşında.' demeye başlarsın. Aslında o öyle de değil. İnsanlar gülünce daha güzel olurlar ya, işte bazı insanlar gülmeyince de güzel kalıyorlar. O aslında bence yanlış anlaşılmış zaten. Şimdi mesela filmlerde kötü roller sinirli ama karizmatik bakar ya, sonra iyiler kazanır falan. İşte filmin sonunda kötü rolü oynayan övülür ya hani ne kadar iyi oynadığını söylerler ya. İşte bence bazı insanlar aynaya bakıp: 'ben de suratımı asınca, sinirli bakınca öyle karizmatik oluyorum, demek ki beni de beğenirler' diye düşünerek surat asmaya başlamışlar. Halbuki orada bence kötü rolü oynayan oyuncunu övülmesinin sebebi, 'ne kadar iyi oynamışsınız kötüyü, ne kadar iyi oynamışsınız sinirliyi, hazmedemeyeni, ne kadar iyi oynamışsınız yenileni.' İşte aslında asık suratlı karizmatik eşittir yenilen. Siz yanlış anlamışsınız. Bence siz gülün.
FAZİLET AYDIN
04/08/2010